FETÖ’nün kendisinden başka her şey haline dönüştüğünü, elebaşı Gülen’in “Hava gibi olacaksınız, sizin varlığınızı bilecekler, soluyacaklar ama yakalayamayacaklar” diyerek örgütü kurduğunu...
En son 15 Temmuz 2016’da “Atatürkçü” kılığına büründüler ve Atatürk’ün sözünden yola çıkıp “yurtta sulh konseyi” kurarak darbe tezgâhladılar.
Her dönemde yalanlarıyla kandıracakları ve kullanacakları birilerini buldular.
15 Temmuz’dan sonra da renk değiştirerek aynı şeyi yaptılar.
Kamuoyunda kanaat önderliği yapan bazı siyasetçiler ve gazeteciler FETÖ’nün bu yüzünü umursamadılar, görmek istemediler.
ŞEYTANIN İŞLERİ
Aslında biliyorlardı!
İstifası birkaç boyutla tartışıldı. Birincisi istifa gerekçesi olarak yaptığı açıklama. Şöyle diyor: “Eşbaşkanlarımızı tenzih ederek, parti yönetiminde bulunan hâkim bir anlayışın HDP’nin gücü, anlamı ve değerleri hilafına demokratik teamüllerden uzak tutumlarında ısrarları nedeniyle HDP’den istifa ettim. Kararım bireysel bir politik tutumun yansıması olup herhangi bir komplo teorisine itibar edilmemesi temennimdir.”
Söz konusu terör örgütü PKK’nın siyasi kanadı olan HDP olunca, “parti yönetiminde bulunan hâkim bir anlayışın HDP’nin gücü, anlamı ve değerleri hilafına demokratik teamüllerden uzak tutumları” içerikli istifa gerekçesi pek de inandırıcı değil.
HDP’nin terör örgütünün dağ kadrosunun kontrolünde bir parti olduğunu; demokrasiyle, teamülle, hukukla, insan haklarıyla herhangi bir ilgisi olmadığını anlamak için içine girip milletvekili seçilmeye gerek var mı?
BEBEK KATİLİ PKK
PKK’nın Türk-Kürt ayırmadan, kadın, çocuk, bebek, köylü, işçi, asker, polis, korucu demeden masum insanları katlederken HDP’nin sessiz kaldığını, belediye başkanlarının, milletvekillerinin teröristlere destek verdiğini bilmeyen var mı?
Demokratik teamülmüş, hadi oradan...
O yüzden başta söylediğim cümleye döneceğim: Ahmet Şık’ı yakından tanıyanlar bir projesi olmadan adım atmayacağını bilir.
Yani, istifasını yaptığı açıklamaya bakarak değil, bundan sonra yapacaklarını dikkate alarak değerlendirmek lazım. Onun için herkes ve her şey araç olabilir. Gazetecilik de milletvekilliği de...
27 Nisan günü kardeşi Mehmet Öcalan ile yaptığı ve 20-25 dakika süren görüşmede, Kuzey Irak’ta PKK ile Talabani ve Barzani arasındaki gerilime değinmiş. Öcalan, çare olarak PKK’ya sorunların diyalogla çözülmesi ve “dört parçada örgütlenme”den söz ediyor. Kafa hâlâ aynı: İran, Irak, Suriye ve Türkiye’yi bölme peşinde.
HDP’yi de unutmamış! Mesajı şu: “HDP’nin kendisini büyütmesi gerekiyor. Büyük işler yapmaları, geniş bir perspektifle hareket ederek, örgütlülüğü büyütmeleri ve güç olmaları gerekiyor. Aksi halde karşı taraf onları yok edecek.”
TÜRKİYE’NİN MÜCADELESİ SIKIŞTIRIYOR
21 yıl sonra telefon hakkı kullanırken bile terör örgütünün yöneticisi olarak talimatlara devam ediyor. Terör örgütüne yakın internet sitesinde yansıyan görüşme, “Beni soran ve dinleyen herkese selam söyle” diyerek bitmiş. Öcalan da farkında, kurucusu olduğu terör örgütü PKK’nın kendisini 1999’da Türkiye’ye teslim eden Amerika’nın kontrolü altında olduğunu ve 2013-2015 sürecinde olduğu gibi artık sözünü dinlemediklerini. Dinlese ne olacak? Hepsi, bebek, çocuk, kadın katili eli kanlı terörist...
Öcalan’ın görüşmede değindiği konular, Türkiye’nin sınır dışı ve ülke içinde PKK’ya karşı kazandığı etkinliğin yarattığı sonuçlardan kaynaklanıyor. O yüzden İmralı’dan PKK’nın Kuzey Irak ve Suriye’de yaşadığı sıkışıklığı aşmak için öneriler sıralıyor. Türkiye’de ise HDP’ye talimat veriyor.
STRATEJİ DEĞİŞİKLİĞİ
Öcalan
Aynı zamanda kalp hastası olan Emrullah Gülüşken ile üç çocuğu geldi. İkisinde de COVID-19 tespit edildi.
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, Türkiye’ye getirilen hastaların Türk doktorların müdahalesiyle kontrol altında olduğunu söyleyerek, Emrullah Gülüşken’in solunum sıkıntısı olmadığını açıkladı.
Tüm bunlar hepimizin gözü önünde oldu.
İnsani değerler, toplumsal psikoloji, siyaset, medya ve gazetecilik açısından gözümüzün önünde olan başka şeyler de vardı; saydığım bu kavramların yalanlarla tarumar olması gibi.
Yazımda Türkiye’de sağlık çalışanlarının fedakârca çalışmalarını anlatırken, Türkiye’nin dünyanın 55 ülkesine gönderdiği yardımlardan, 60 bine yakın insanımızı dünyanın çeşitli ülkelerinden getirmesinden bahsettim.
En son İsveç’te koronavirüse yakalanmış ama hastaneye yatırılmamış olan Emrah Gülüşken’in İsveç’ten Sağlık Bakanlığı’nın ambulans uçağıyla Türkiye’ye getirilmesinden söz ettim. Her şey bir yana, Türk sağlık çalışanları ve Türkiye’nin bu alanda neredeyse tüm dünyaya örnek olacak kapasitesi gerçekten gurur verici. İtalya, Almanya, Fransa bile gümrüklerde birbirinin maskesine el koyarken, Türkiye’nin İtalya, İspanya, İngiltere hatta Amerika dahil 55 ülkeye yardımı, oradaki tüm sorunu çözmese de simgesel olarak son derece önemli.
Türkiye’nin bu örnek tutumunu, daha önce Uganda’yı öven CHP’li Gürsel Tekin ile Küba’yı örnek veren sanatçı Zülfü Livaneli’nin attığı tweet’lerle karşılaştırdım.
Yazım üzerine Sayın Livaneli sitemli bir mesaj atmış. Bana bir de soru sormuş.
Yazımın sonunda cevabını vereceğim ama önce Livaneli’nin Kübalı doktorları övdüğü tweet’ini bir kez daha hatırlatayım: “Bu zor günlerde içimi ferahlatan tek şey, Küba’nın verdiği insanlık ve dayanışma dersidir. Sosyalizm yaşatır.”
MESAJDAKİ SORU
Yazım üzerine
Dünyanın en gelişmiş ülkeleri en güçlü paralara sahipler; dolar, Euro, sterlin basıyorlar. Ne isterlerse alabiliyorlar, refah ülkesi olarak anılıyorlar. Küresel milyarderler listesinin neredeyse tamamını onlar oluşturuyor. Zenginliği temsil ediyorlar. Yalnız ekonomik mi, siyasi olarak kendilerini yere göğe koyamıyorlar. İfade özgürlüğü onlardan sorulur, demokrasi onlardan, hukuk onlardan sorulur, insan hakları onlardan...
Peki ya insanlık?
DÜŞEN MEDENİYET MASKESİ
COVID-19 salgını ülkelerini vurduğundan beri ekonomik olarak böbürlenen Amerika ve Avrupa ülkelerinin “insanlıkta” ne kadar geriye savrulduğunu görüyoruz. Avrupa ve Amerika istihbarat örgütleri havaalanlarında birbirinin maskesini çalarken, aslında yüzlerindeki “medeniyet maskesini” düşürüyor.
COVID-19 nedeniyle dünyada 200 bin kişi öldü. Bunun neredeyse 150 bini Avrupa ve Amerika’da. Sadece Amerika’da ölenlerin sayısı 50 bin kişiyi buldu.
COVID-19 insanları öldürüyor ama aslında Batı’nın insani değerleri, insanlığı ölüyor, farkında değiller. On binlerce yaşlıyı bakımevlerinde ölüme terk edeceklerini söyleseler asla inanmazdım. Hastaneden doktorların kullanacağı maskeleri, dezenfektanları çalacaklarını söyleseler güler geçerdim. Ölenlerden morg parası, gömülmesi için on binlerce dolar ve Euro isteyeceklerini düşünemezdim. Mezar yeri bile bulamayacaklarını, ölenleri yakmak için sıraya gireceklerini hayal dahi edemezdim. Doktor ve hemşirelere bile maske bulamayacaklarını, dezenfektan sıkıntısı çekeceklerine inanmazdım. O ekonomik “parlaklık” içerisinde sağlık sisteminin bir salgında tuzla buz olacağını hayal bile edemezdim. Bunların hepsi hatta bunlardan beteri de oldu.
54 ÜLKEYE YARDIM
Ama Türkiye’nin salgının başından itibaren aldığı önlemler, Bilim Kurulu’nun çalışmaları ve yerinde önerileri, sağlık çalışanlarının özverili mücadelesi ve toplumun sabırla verdiği destek Batı medyasının bile dikkatini çekiyor. Türkiye hastalığın en yaygın görüldüğü İtalya, İspanya, İngiltere dahil 54 ülkeye test kiti, eldiven, dezenfektan, maske ve tıbbı malzeme yolladı. Tüm dünyada uçuşların durması nedeniyle değişik ülkelerindeki 60 bin yurttaşını ülkesine getirdi. Önceki gün yaşanan bir olay ise gerçekten ibretlikti. Gelişmiş Batı ülkelerinin başında gelen, kişi başına düşen milli geliri 54 bin dolar ile Türkiye’den 5 kat fazla olan İsveç’ten bir Türk kızı
23 Nisan 1920’de Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açtığında da söylediği söz, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” olmuş, millet bu sözü Anayasa’ya da yazmıştır.
Bundan tam 100 yıl önce Kurtuluş Savaşı’nın kahramanları, başta Mustafa Kemal Atatürk ve ona inananlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin simgesi Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni dualarla açtılar. Bugün bu topraklarda yaşayabiliyorsak, onlara, bu uğurda canlarını veren şehitlerimize, gazilerimize ve elbette o zor günlerde bu mücadelenin parçası olmuş Türk milletinin her ferdine borcumuzu ne yapsak ödeyemeyiz.
CANIMIZ PAHASINA KORUMAK
Bu borcu ödemek onların bıraktığı emaneti canımız pahasına korumakla olur. Aradan 100 yıl geçti, Türk milleti hâlâ şehitleriyle ve gazileriyle, yaptığı fedakârlıklarla ülkeyi korumaya devam ediyor.
100 yıllık mirasın simgesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Kurtuluş Savaşı’nın yönetildiği Meclis, ülkenin kararlılığının simgesi olmuştur. Emperyalist ülkeler ve maşası olanlar Anadolu topraklarını işgal ederken, bağımsızlığın simgesi Ankara’yı ve elbette Meclis’i ele geçirerek amaçlarına ulaşmak istiyorlardı. Ama başaramadılar. Düşman, işgal sırasında ne Ankara’ya geldi ne de Meclis’i ele geçirebildi.
DARBECİLER KAPATTI, MİLLET AÇTI
Düşmanın veremediği zarar, maalesef Türkiye içinden verildi.
Mısır El-Gad Partisi Başkanı ve 2005 yılının eski cumhurbaşkanı adayı Ayman Nour’un, Suudi Arabistan’ın İstanbul Konsolosluğu’nda 2 Ekim 2018’de katledilen Cemal Kaşıkçı cinayetine dair İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’nda “tanık” sıfatıyla ifade verdiği ortaya çıktı.
Savcılığın Kaşıkçı’yı katleden Suudi yetkililer hakkında hazırladığı iddianamede yer alan ifadesinde Nour, öldürülen gazeteciyi 30 yıldır tanıdığını, çok yakın dostu olduğunu, öldürülmeden önce aldığı tehditlerle ilgili bilgi vermek istediğini söyledi.
Kral Abdullah ve önceki veliaht prens Muhammed bin Naif’in gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı çok sevdiğini anlatan Nour, Muhammed bin Selman’ın veliaht prens olmasından sonra yaşanan gelişmelerle ilgili şunları anlattı:
“Cemal Kaşıkçı, Kral Abdullah ve önceki veliaht prens Muhammed bin Naif tarafından çok seviliyordu. Muhammed bin Selman’ın veliaht prens olmasından rahatsız olan birçok emir, Muhammed bin Selman’ın veliaht prenslikten alınmasını istedi hatta buna ilişkin bir mektup yazdılar. Cemal Kaşıkçı bana bu mektubu gördüğünü ve imza atan emirlerin isimlerini bildiğini söyledi. Hatırladığım kadarıyla, 2 Kasım 2017 tarihinde El Velid bin Talal’ın tutuklandığını söyledi. Mektupta imzası olan emirlerin ismini söyleyerek ‘Bunlar da tutuklanacak’ diye bahsetti ve gerçekten de kısa bir süre sonra bu şahısların tutuklandığı haberleri geldi. Muhammed bin Selman, bu emirlerin kendisine karşı bir darbe içerisinde olduklarını düşünüyordu ve görevden uzaklaştırılması talebinde bulunanlarla mektup içeriğinden haberdar olan şahısların hepsi tutuklandı, sadece Cemal Kaşıkçı Suudi Arabistan’da bulunmadığı için tutuklanmadı.”
PRENSİN YAKIN ADAMLARI
Suudi Arabistan Krallığı İstihbarat Başkan Yardımcısı