Paylaş
BALIKLAR ÖLMEDEN
Kutsal kitaplarda suların bereketi ve inanç arasında bir bağ olduğunu görürüz. Örneğin Hz. Musa’nın tebliğine kibirle karşı çıkan firavun ve Mısır halkı, pek çok doğal felaketle karşılaşır. Tevrat’a göre bu “çevre felaketlerinden” biri de balıkların hızla ölmesidir: “Irmaktaki balıklar öldü, ırmak kokmaya başladı.”
“Deniz” ve “balık” kelimeleri, Kuran’da da defalarca geçer: “Hem size hem de yolculara fayda olmak üzere deniz avı yapmak ve onu yemek size helal kılındı (Maide, 96)”. “İçinden taze et yemeniz ve takacağınız bir süs (eşyası) çıkarmanız için denizi emrinize veren O’dur (Nahl, 14)”.
TAZESİNİ YEMELİ
Denizden çıkan “taze et”leri yemenin helal olduğu Kuran’da açıkça belirtilir. Dolayısıyla çabuk bozulan su ürünlerinin tazeyken, hızla tüketilmesi esastı. Hele de buzdolabının olmadığı devirlerde... Aynı doğrultuda, neden öldüğü bilinmeyen, suyun yüzeyine veya karaya vurmuş; yani “taze et” vasfını yitirmiş balıklardan uzak durulurdu.
*
Yahudilikte yüzgeci-pulu olmayan balıklar veya kabuklu deniz hayvanları yenmez. Kuran’da ise deniz canlılarıyla ilgili açıkça tanımlanmış bir yeme yasağı yoktur. Bununla birlikte Hanefi mezhebinden bazı âlimler, hadislerden hareketle kurbağa-yılan gibi hem suda, hem karada yaşayan, kimisi zehirli hayvanların yenmesini yanlış bulmuş; ayrıca yengeç gibi “amfibik” kabuklu deniz hayvanlarına tereddütle yaklaşmıştır. Ancak diğer din âlimleri, taze ve zehirsiz olmak kaydıyla tüm deniz canlılarının helal olduğu görüşündedir.
ŞEKLİ DEĞİL MANASI
Denizler, sunduğu maddi imkânların yanında, inanç dünyasında önemli bir simgedir: “De ki: Rabbimin sözleri için derya mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave getirsek dahi, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenecektir (Kehf, 109).” Benzer şekilde İslam kültüründe insan, Yaradan’ın rahmet deryasındaki bir damlaya benzetilmiştir. İnsan, tek başına bir su damlasıyken önce çaya, sonra ırmağa karışır; ardından deniz ve okyanus olur. Onu küçücük bir damladan uçsuz bucaksız bir derya haline getirense manevi gelişimidir. Bu, sınırı olmayan benzersiz bir gönül yolculuğudur. Seyyid Nizamoğlu’nun (ö.1601) dediği gibi: “Bu aşk bir bahr-i ummandır / Buna hadd-ü kenar olmaz.”
BALIKÇILARIN PİRİ
EVLİYA Çelebi’den öğrendiğimize göre Osmanlı’da balıkçıların piri ve manevi koruyucusu Yunus Peygamber’di. Kıssası Kuran’da anlatılan Hz. Yunus, inanmayan kavminden kaçıp uzaklaşmak ister: “Şüphesiz Yunus da peygamberlerdendi. Hani o, dolu bir gemiye binip kaçmıştı” (Saffat, 141.) Ne var ki bindiği gemi korkunç bir fırtınaya tutulur. Gemidekilerin fırtınadan kurtulma umuduyla denize attığı Hz. Yunus’u büyük bir balık (balina) yutar. Yunus’un balığın karnındaki samimi tövbesi ve duası kabul olunur. Böylece balığın karnından karaya çıkarılır. Perperişan halde, bir bitkinin gölgesinde hayata tutunur. Ancak yaşadığı bu zorluklar karşılıksız kalmaz: Kavmi, Yunus’un uyarılarına kulak verdiği için maddi-manevi felaketlerden kurtulur.
BALIK-EKMEK MUCİZESİ
“HANİ havariler ‘Ey Meryem oğlu İsa, Rabbin bize gökten, donatılmış bir sofra indirebilir mi? İstiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz yatışsın. Senin bize doğru söylediğini bilelim [demişlerdi]... Meryem oğlu İsa şöyle dedi: Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki bizim için, geçmiş ve geleceklerimiz için bayram ve senden bir âyet (mucize) olsun. Bizi rızıklandır; zaten sen, rızık verenlerin en hayırlısısın (Maide, 112-114).”
Kuran’daki bu ayetlerin, genellikle Hz. İsa’nın İncil’de anlatılan az miktarda yiyeceği çoğaltma mucizesine işaret ettiği düşünülür. İncil’de anlatıldığı şekliyle Hz. İsa, bir akşam vakti, yeterli yiyecek bulunmayan ıssız bir beldede, sadece iki balık ve yedi somun ekmekle 5000 kişiyi doyurmuştur. İlk yüzyıllarda, inançları nedeniyle baskı gören Hristiyanlar da, balık figürünü Hz. İsa’nın bir sembolü olarak kullanmışlar; ayrıca iki balık ve bir sepet ekmeği kiliselerde resmetmişlerdir.
Paylaş