Paylaş
SINIRDAKİ ŞEHİR
Kimi rivayetlere göre Nemrud tarafından kurulan Nusaybin, çok eski zamanlardan beri egemenlik bölgeleri arasında sınır oluşturan bir beldeydi. Bu nedenle sık sık çatışmalara sahne oldu (örneğin Asur-Babil) ve pek çok kez el değiştirdi. Nusaybin, İpek Yolu üzerindeki konumuyla, Mezopotamya’dan Anadolu’ya giden ticaret yolları doğal engelle karşılaşmadan buraya ulaştığı için her zaman önemini korudu. Farklı etnik ve dini topluluklara ev sahipliği yaptı. Bir dönem önemli bir Yahudi yerleşimiydi. 4.Yüzyıl’da ise Nusaybinli Aziz Yakub’un manevi önderliğinde, Hristiyanlar öne çıkıyordu. İki topluluk arasındaki mücadele din okullarının açılmasını beraberinde getirdi. Şehir ayrıca Süryaniliğin ve Nasturi Hristiyanlığının bölgedeki merkezlerindendi. Müslümanlık tarihinde önemli bir kişilik olan Selman-ı Farısi’nin, Hz.Peygamber’in gelişine dair haberleri Nusaybinli bir Hristiyan bilginden alarak Arabistan’a doğru yola koyulduğu rivayet edilir.
OKULLAR VE TERCÜMELER
Sasaniler (İran) ve Bizans arasındaki yıkıcı mücadele bölgeyi alt üst etmişken Nusaybin, 639 (veya 640) yılında Müslümanlarca fethedildi. Aynı yüzyılda kendini Müslümanların mezhep mücadeleleri arasında, yani Haricî-Emevî-Şiî (Haşebiyye) mücadelesinin ortasında buldu. Kısa süreli Bizans saldırıları ve Moğol istilası dışında daima Müslüman emirlikler ve devletlerce yönetildi.
Nusaybin, Müslümanlar için de önemli bir eğitim merkezi olmuştur. Nitekim Ortaçağ coğrafyacıları, günümüze kalıntıları dahi ulaşmayan 6500 adım uzunluğundaki surların, şehri çevreleyen bahçelerin ve ölümcül akreplerin yanı sıra okulların çokluğunu anlatırlar. Nusaybin okullarında Süryanice’ye çevrilmiş olan antik eserlerin bu dilden de Arapça’ya tercüme edilmesi, hem felsefe akımlarına, hem de Müslümanlığın Altın Çağ’ı olarak nitelenen döneme doğrudan etki etmiştir.
MERKEZE KARŞI OTONOMİ MÜCADELESİ
Nusaybin, Osmanlı idaresine savaşla değil, Kürtlerin Osmanlı ile ittifakını tesis eden İdris-i Bitlisi’nin çabalarıyla, 1515 yılı dolayında katıldı. Evliya Çelebi’nin de görüp anlattığı Osmanlı devri kalesinden 18.Yüzyıl’da tek tük izler kalmıştı. 19.Yüzyıl’daki merkezileşme çabaları, Osmanlı’nın bölgedeki Kürt aşiretleriyle arasının açılmasına neden olurken, devletle ilk çatışmalar da bu dönemde görülmeye başlandı. Bu istikrarsızlık ortamı, aşiretler arasındaki hakimiyet yarışını iyice açığa çıkardı. Bölge nüfusu Kürtler, Süryaniler ve Araplar’ın yanı sıra daha az sayıda Ermeni ve Rum’dan oluşuyordu. Tabii Kürtler, kendi içlerinde Müslüman, Ezidi ve Hristiyan olarak da ayrılıyorlardı. Resmi yöneticiler içindeyse Türkler ağırlıktaydı. Aşiretlerin hem birbiriyle, hem de devletle mücadelesi, bu toplulukların tümüne birden hakim olmaya çalışan Osmanlı idaresi için hassas ve karmaşık bir güvenlik sorunuydu.
AŞİRET LİDERLİĞİNDEN NUSAYBİN BASKINI’NA
Nusaybin-Midyat bölgesinde, Hevêrkan aşiretleri önemli bir güçtü. Hem bu aşiret birliğinde, hem de bölgede liderlik mücadelesi veren Ali Batê (Batı, Batî olarak da geçer), 1913 yılından itibaren eylemleriyle asayişi bozan bir eşkıya olarak devlet kayıtlarına girdi. Bazı Kürt aşiretleri ve Süryani Patrik Vekilliği de Ali Batê ve 500’ü bulan silahlı adamlarından ve hegemonyasından şikayetçiydi. Jandarma işlenen cinayetlerin üzerine gitmeye çalıştıysa da eldeki güçler yetersiz kaldı. Yapılan müzakereler sonucunda Ali Batê ve önde gelen yakınları, 5 Kasım 1913 tarihinde teslim olup, “hükümete sığındıklarını” bildirdiler. Hükümet, işlenen suçların ağırlığı nedeniyle affedilmesinin söz konusu olmadığını belirtse de ‘soruşturmanın geciktirilmesi’ yoluyla bir tür gayr-ı resmi af yolu buldu. Ne var ki, Ali Batê ve adamlarının eylemleri son bulmadı. Kimi zaman hapsedildiler, kimi zaman kaçarak eylemlerini sürdürdüler.
I.Dünya Savaşı sırasında ise tüm mahkeme kararlarına karşın, çetelerle mücadele pek mümkün değildi. Mütareke ardından, 14 Mayıs 1919 tarihinde, Ali Batê ve 300 kadar adamı, Nusaybin hapishanesini basarak 3 tutukluyu serbest bıraktılar. Ayrıca belirli noktaları işgal altında tuttular. Bu defa eylem doğrudan devletin otoritesine karşıydı. Nusaybin civarındaki dağlık arazide ve köylerde süren takip sırasında “devlete bağlı kalacağına yemin eden” köylülerin jandarmaya desteği, Ali Batê’nin hareket alanını iyice daralttı. Çatışmalarda yüzlerce isyancı ve onlarca asker hayatını kaybettikten sonra Ali Batê, Ağustos 1919’da öldürüldü. Dokuz yıllık mücadele, son bulmuştu.
KİME KARŞI, NEYE KARŞI?
Elbette Nusaybin’deki söz konusu isyan, doğrudan “milliyetçi” bir ideolojiye dayanmıyordu. Hatta özel olarak anti-Osmanlı (veya anti-Türk) olduğunu söylemek bile zordur. Asıl mesele, 19.Yüzyıl’da başlayan merkezi-modern devlet dönüşümüne karşı yerel güçlerin direnciydi. Aşiret liderleri kendi bölgelerinde, mutlak hakimiyet peşindeydiler. Elbette bunun ne diğer grupların varlığı, ne de devlet otoritesiyle bir arada yürümesi mümkün değildi.
İdeolojik bir çerçevesi olmasa bile Nusaybin civarındaki Ali Batê olayını basit bir eşkıyalık meselesi veya asayiş sorunu biçiminde tanımlamak da yanlış olur. Çünkü sonuçta çatışmaların toplumsal bir tabanı vardı ve tarihten gelen (dini, etnik, kabilevi) yönleri olan bir rekabete dayanıyordu. Nitekim bu hareketler milli devletler döneminde yeni şekillere bürünmüş; Hevêrkan aşiretlerinin önde gelen isimleri, Suriye’deki Kürtçü oluşumlarda rol oynamışlardır. Kürt milliyetçiliği, sonraki yıllarda mayınlarla döşeli sınır bölgesinin iki tarafında da bolca taraftar bulacaktır.
Paylaş