Paylaş
ABD tarihi, Avrupalı göçmenlerin 1600’lerden itibaren bu topraklara yerleşmesiyle başlatılır. Onların Amerika’ya göçmeleri ardındaki nedenlerden biri, dini inançlarıydı. İnançları nedeniyle ülkelerinde baskı görmektense nice tehlikeleri göze alıp “Yeni Dünya”ya göçmeyi seçmişlerdi. Hiç şüphesiz bu, tarihteki ilk zorunlu inanç göçü değildi...
İNANÇ VE GÖÇ
Zorunlu göç, inanç tarihinin en önemli kavramlarından birisidir. Hz. Musa’nın firavunun baskısı altında ezilen Yahudileri Mısır’dan çıkarması, hep birlikte Kenan iline doğru (günümüzde İsrail) göçmeleri hem Tevrat’ta, hem de Kuran’da uzun uzadıya anlatılır. Yahudilerin zorunlu göçü bununla sınırlı kalmamış, uğradıkları işgaller sonucunda sonraki yüzyıllarda da devam etmiştir. Hatta bir kısmı Arap yarımadasındaki Yesrib şehrine yerleşmiştir. İşte o Yesrib, insanlık tarihinin en önemli “mülteci” akınına ev sahipliği yapan şehirlerden biridir.
SIĞINMACILAR ŞEHRİ
İnançları nedeniyle doğup büyüdükleri toprakları, evlerini, işlerini terk etmek zorunda kalan Müslümanlar, önce Habeşistan’a, ardından kendilerine kucak açan Yesrib şehrine hicret ettiler. Hz. Peygamber’in de Mekke’den gelişiyle birlikte Yesrib, “medeniyet” kelimesiyle aynı kökten gelen “Medine” adını aldı. İslam medeniyetinin ilk kenti ve ilk başkenti oldu. “Muhacir” yani “hicret edenler” İslami kavramlar arasında önemli yer tutarken, bu olay “hicri” takvimin başlangıcı sayıldı.
SON DURAK OSMANLI
İslamiyet’in yayılmasını sağlayan nedenlerden birisi de Müslüman olmayanların dinlerini yaşamasına olanak sağlamasıdır. Ne var ki 15. yüzyılın İspanya Krallığı, Müslümanlar ile aynı inancı paylaşmıyordu. Kristof Kolomb’un gemileri, 1492’de Amerika kıtasına doğru yol alırken, İspanya Krallığı, tüm Müslümanları ve Yahudileri ülkeden kovmakla meşguldü. İşte o tarihte Osmanlı, mültecilere kucak açtı. Balkanlar ve Anadolu, 19. yüzyıldaysa Kafkasya’dan ve Kırım’dan gelen muhacirlerin yurdu oldu. Onları 20. yüzyılda Balkan ve Ege göçmenleri takip etti. Sovyet ihtilalinden veya Nazi Almanya’sından kaçanların bir sığınağı da yine Türkiye olmuştu.
DEVASA DALGALAR
İran’dan, Bulgaristan’dan, Bosna’dan, Kosova’dan ayrılmak zorunda kalanların bir kısmı Türkiye’ye sığınırken onları Irak, Afganistan ve Suriye’den gelen mülteciler izledi. Ne var ki bu son dalgada yüzbinler değil, milyonlar söz konusu. Öyle ki Amerika’nın aldığı büyük kitlelerden bu yana, çağdaş tarihin en önemli göç dalgalarından birine tanıklık ediyoruz. Diğer yanda Ukrayna’da savaştan kaçan milyonlarca mülteci, varoluş mücadelesi veriyor. Elbette tüm bu devasa hareketler, önemli sorunları beraberinde getiriyor.
GÖÇLER VE GÜÇLÜKLER
ŞÜPHESİZ, yerleşiklerle göçmenler arasındaki sorunlar zamanımıza özgü değil. Öyle ki Hz. Peygamber hayattayken dahi Muhacir ve Ensar (mültecilere kucak açan Medineliler) arasında gerilim yaşanmış, bazı durumlarda (örneğin Beni Mustalik ve Huneyn gazveleri) çatışmanın kıyısından dönülmüştü. Ayrıca ilerleyen zamanlarda Muhacirlerin sayısının sürekli artması ciddi kaygılara yol açmış, Hz. Peygamber, Ensar’ın haklarına saygılı olunması konusunda uyarıda bulunmak durumunda kalmıştı: “Ey Muhacirler topluluğu, siz artıyorsunuz, ama Ensar eski hali ile kalıyor, fazlalaşmıyor”; “Ensar’a hayır ile davranmanızı tavsiye ederim.”
*
Hiç şüphesiz her devlet, zorunlu göçten kaynaklanan sorunlara çözümler geliştirmek durumunda. Ayrıca “artan” mültecilere yaşama olanağı sağlanırken “fazlalaşmayan” yerleşiklerin de hukukunun korunması gerekiyor.
*
Ama bir de bireyler olarak bize düşenler var. Hepimiz, eleştiriyle nefret söylemini ayırmak durumundayız. Avrupa’da Türklere, Amerika’da zencilere, Latinlere yönelik ırkçılığa karşı çıkarken, Türkiye’deki mültecilere topyekûn düşmanlığı haklı bulmak söz konusu olabilir mi? Hoşgörü ve çoğulculuk duruma göre değil, her durumda gözetilmesi gereken değerler. Her ne kadar kendimizi ayrı veya üstün görsek de hepimiz “topraktan gelen” “Âdem ile Havva’nın çocukları” değil miyiz?
Paylaş