Paylaş
Karavan yaşamı, apartman bağımlığından, şehir temposundan kaçış gibi görünse de aslında bir arayış, bir keşif yolculuğudur. Öyle ki bir karavanda yaşadığınızda, gittiğiniz hiçbir yer size ait değildir. Ama gördüğünüz her yer, uyandığınız her manzara sizindir bir bakıma. Kendinizi “tapulu mülk sahibi” olarak değil de o diyardan gelip geçen bir yolcu, bir misafir olarak hissetmeniz kaçınılmazdır. Biraz da bu hal nedeniyle olsa gerek, seyahatle ilgili sözcükler (sefer, seyyar, kervan), inanç tarihinde manevi yolculuğu anlatmıştır aynı zamanda.
BU SEFER BAŞKA SEFER
Çağımızın gözde kavramı “mobil olmak” için eskiden “seyyar” kelimesi kullanılırdı. Hatta kervanlara “seyyare” (gezici, gezegen) dendiği olurdu. “Gezmek ve görmek” ayrılmaz bir ikilidir adeta. Nitekim seyretmek kelimesinin kökeni de “seyir” yani gezmektir. Seyahat, kök anlamıyla suyun yeryüzünde akıp gitmesidir. Yani seyyahlık, her an değişen dünyayı dolaşıp ondaki güzellikleri hayranlıkla “seyran” eylemektir. Ve tabii çıkılan her “sefer”, fiziki yolculuk yanında insanın manevi yolculuğudur.
Kuran ayetleri ve Hz. Peygamber’in kervan yolculukları Müslümanlara ilham vermiş, seyyahlık bir olgunlaşma yolculuğu olarak görülmüştür: “Yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah ilk baştan nasıl yaratmış bir bakın” (Ankebut, 29/20). Yani doğayı gözleyip kâinatın güzelliklerini izlemek, manevi gelişimin parçasıdır. Yine Kuran’a göre sefere çıkmak, yıkılmış medeniyetlerin kalıntılarını görüp ibret alma amacı da taşımalıdır: “Yeryüzünde gezip dolaşın da, daha öncekilerin akıbetleri nice oldu, görün.” Bu doğrultuda “seferullah” veya “ilim öğrenme” gayesiyle yapılan yolculuklar, İslam medeniyetinde coğrafya ve seyahatname türünde pek çok eserin ortaya çıkmasına vesile olmuştur.
KERVAN KAÇMASIN
Kıskanç kardeşleri tarafından kuyuya bırakılan Hz. Yusuf’un oradan geçen kervancılar tarafından kurtarılması, İslam kültüründe en sık başvurulan benzetmelerden biridir. Bu kıssadaki karanlık kuyu, insanın içine düştüğü nefis mücadelesi olarak yorumlanmıştır. Kişiyi manevi karanlıktan kurtaracak olansa kuşaktan kuşağa aktarılan ilahi bilginin kılavuzluk ettiği kervandır. Mevlânâ “Ya Rabbi! Her an yokluklardan varlığa doğru kervan ardından kervan gelir” derken Yunus Emre, nefsine şu hatırlatmayı yapar: “Nice bir uyursun uyanmaz mısın?/Göçtü kervan kaldık dağlar başında/Dellallar çağrışır inanmaz mısın?/Göçtü kervan kaldık dağlar başında.” Yani insan, ömür sermayesini amaçsızca tüketip mana kervanını kaçırmamalıdır, çünkü biz inanamasak da ölüm sandığımızdan çok daha yakındır bize. Âşık Veysel de benzer şekilde bu yolculuğu kaçırmamak için duacıdır: “Veysel bu gurbetlik kâr etti cana/Karıştır göçünü ulu kervana/Gün geçirip fırsat verme zamana/Sakın uzamasın yol deyi yazmış.”
KARAVAN BİZE NEREDEN GELDİ?
Karavan, bize Batı’dan gelen bir kelime gibi görünse bile durum hiç de böyle değil. Tam tersine, Batı’ya gitmiş “kervan” kelimesinin bize “karavan” olarak dönmesinden ibaret sadece. Kervan kelimesinin kökeni Farsça “kâr-bân”, yani “işi idare eden” anlamı taşıyor. Bilinen en eski ticari kervan yollarından biri de yaşadığımız coğrafyada, Kayseri’yle Kuzey Irak’taki Asur şehri arasındaydı. Üstelik medeniyet tarihinin en “mobil” milletlerinden olan Türkler, geçmişin en büyük ‘kervan otoyolu’ olan İpek Yolu’nun da en önemli unsurlarındandır. Yani kervan, kültürel mirasımızın asli bir parçasıdır.
Kervan yolları, bir bakıma eski zamanların internet ağı gibiydi. Haberler, fikirler, yenilikler, sanat ve tabii inançlar hep kervanlar aracılığıyla yayılmıştır. Bu doğrultuda Orta Asya, Güneydoğu Asya ve Afrika’da İslam’ın yayılmasında ticaret kervanlarıyla seyyahların rolü büyüktür. Ayrıca “batınî (iç) sefer olmadan, zahirî (görünen) seferin manasız olduğunu” dile getiren tasavvuf ehlinin, İbn Arabi ve Hacı Bektaş Veli gibi isimlerin hayatında da diyardan diyara yapılan uzun yolculuklar temel öneme sahiptir.
Paylaş