Paylaş
Ona verdiğim yanıt netti:
“Güzel bir girişim ama aklındaki filmi çekebileceğini sanmıyorum, çünkü olay henüz çok taze!”
Yüzyıllar önce olmuş olaylar bile Türkiye’de tazeliğini koruyabiliyor.
Bir bakmışsınız güncel siyasetin tam ortasında Muaviye ile Ebu Zer’i dinliyor, veya Amerika’nın kim tarafından keşfedildiğini konuşuyoruz.
Bir anda İnönü’yle İmam Gazali’yi tartışıyor, bir bakmışsınız Dersim’le Kerbela’yı karşılaştırıyoruz.
Sanki aralarında yüzyıllar yokmuş ve hepsi aynı coğrafyada yaşanmış gibi...
ARAŞTIRMAYI DEĞİL TARTIŞMAYI SEVENLERİN ÜLKESİ
İşin ilginci, bu kadar çok atıfta bulunmamıza karşın, tarihe derinlemesine vakıf olduğumuzu söylemek hayli zor.
Beş kuşak önceki dedelerimizin-ninelerimizin adını dahi bilmeyiz ama, geçmiş hakkında konuşurken kendimizden öyle eminizdir ki!
Mesela…
1514 yılındaki Yavuz Sultan Selim–Şah İsmail mücadelesini sanki aradan yarım binyıl geçmemiş gibi hararetle tartışılabiliyoruz.
Örneğin…
21.Yüzyıl’a varmış olsak bile Cumhuriyet’in ilk çeyreğini eleştirmeye doyamıyoruz. Tam zamanlı “Atatürk-İnönü-Tek Parti eleştirmenleri” o dönemde her şeyin nasıl karanlık olduğunu anlatırken, karşılarındaki yeminli “tarih savunucuları” da aynı dönemde her şeyin nasıl aydınlık, iyi ve doğru olduğunu anlatıyor.
Ya da…
Hükümetin eylemlerini veya beyanatlarını bir anda İslam tarihine bağlamadan duramıyoruz. 1400 yıllık bir tarihi yok sayarak gündelik icraatla itikadı bir çırpıda birbirine karıştırıyoruz.
Tüm bu tartışmaların ucunda da fevkalade arızalı bir beklenti var: Sanki “geçmişle hesaplaşsak (?)” tüm sorunlarımız anında çözülecek.
Geçmişte yapılan yanlışları “bir kabul etsek”, tüm meseleler hallolacak!
UZAK GEÇMİŞİN PEŞİNDEYKEN YAKIN GELECEĞİ ISKALAMAK
Dikkat ederseniz siyasi partilerin geleceğe dönük, uzun vadeli vizyonları pek bilinmez.
Öte yandan mücadele, hep geçmişten gelen kavramlar etrafında sürer: (18.Yüzyıl’ın) “Aydınlanma” düşüncesini yakalamak; (20.Yüzyıl başında belirlenmiş olan) “muasır medeniyet seviyesine çıkmak”; Osmanlı’nın (16.Yüzyıl’daki) ihtişamını canlandırmak; (19.Yüzyıl’da olduğu gibi) etnik kimliğe dayalı coğrafi egemenlik kurmak, vs.
Tabii bu hedefleri haklı çıkarmak için tarih, cımbızla çekilmiş örneklerle, kaba genellemeler ve suçlayıcı kalıplarla anlatılır.
Ayrıca taraflar, işlerine gelmeyen bilgilere sansür uygulamaktan çekinmez.
SLOGANLAR, “KARIŞIK KURUŞUK” ANALİZLERDEN GÜÇLÜ MÜDÜR?
Hal böyleyken, tarihin farklı açılardan anlatımı Türkiye’de pek alkış alan bir yöntem değil.
Kalın çizgili tariflere o kadar alıştık ki...
Üstelik düşüncelerin 140 karakterlik spotlarla dile getirildiği aceleci bir dünyadayız.
Bu ortamda incelikli analizler, uçak sesi yanındaki sinek vızıltısı gibi kalmaya mahkum.
Oysa tarihe dikkatle baktığımızda olayların sanıldığı kadar siyah-beyaz yaşanmadığını görebiliriz.
Ya da tarihin sadece bir kaç zıt görüşün mücadelesinden ibaret olmadığını…
Eğer geçmişe böyle yaklaşmazsak, kutuplaşma eğilimlerinin önüne geçmemiz çok zor.
GELECEĞİN TARİHİ
Şurası çok açık: Tüm kesimler üzerinde geçmişin ağır bir gölgesi var.
Gelecek hedefini net bir şekilde ortaya koyamayan bir toplumun sürekli geçmişi referans göstermesine şaşmamak gerek aslında...
Ne yazık ki Türkiye çok uzun yıllardır, yüzü geriye dönük biçimde ileriye yürümeye çalışıyor!
Oysa, geriye bakarken yolumuzun üstündeki taşlara takılıp, tuzaklara düşmemiz kaçınılmaz.
Zaten asıl marifet, geleceğin tarihini yazanlardan olmak değil mi?
Paylaş