Paylaş
Bu tablonun Bellini’ye aidiyeti kesin olmasa bile İtalyan sanatçının meşhur Fatih portresini bilmeyen yoktur. Padişahın bunun dışında Osmanlı tasvir sanatçılarınca yapılmış portreleri de vardır. Saray ressamı Nakkaş Sinan Bey’e ve öğrencisi Şiblîzâde Ahmed’e atfedilen bu resimler, minyatür geleneğinin devamı olsa da bu tarzın ilk örnekleri sayılır. Bunlardan birisi “Gül Koklayan Fatih” adıyla bilinir ki sonradan pek çok benzeri yapılmıştır. Peki ama neden gül? Edebiyatta gül, sevgiliyi sembolize eder; “sevgili” ise öncelikle Hz. Muhammed’dir. Yani ‘çiçeklerin sultanı’ olan gül, rengi ve kokusuyla “Allah’ın sevdiğinin” (Habibullah) rumuzudur. Örneğin Yunus Emre, daima güzel koktuğu anlatılan Hz.Peygamber’in gül ile bağını şu dizelerle kurar: “Sordum sarı çiçeğe gül sizin nenüz olur/Çiçek eydür: Ey derviş, gül Muhammed teridir.” Fuzuli’ye göreyse “Şebnem-i gül-zâr-i ruhsâr-i Resûlullâhdur” (Gül bahçesinin çiy damlası, Resulullah’ın yanağı/yüzüdür). Fatih’in resimde kokladığı iki gülden birinin gonca, diğerininse açık yapraklı olması, sadece estetik bir tercih midir, bilinmez. Ancak tasavvufta goncanın Allah’ın birliğini (vahdet), yaprakları açık gülün çokluğu (kesret) anlattığını biliyoruz. Bazen de gonca taze bir derviştir, açılmış gül ise olgunlaşıp kemale eren. Ve tabii gül koklayan bülbüldür, yani gülün sadık âşığı. Fatih döneminin büyük şairi Sinan Paşa’ya göreyse (ö.1486) gülün güzelliğini ortaya çıkaran ona duyulan aşktır: “Aşktır gülleri peydâ eden/Aşktır gül yüzlüleri hüveydâ eden”.
FATİH’İN ÜNİVERSİTE SINAVI NASIL GEÇTİ?
Geçtiğimiz günlerde e-okullar kapandı. Ayrıca “maskeli” LGS ve YKS sınavlarıyla birlikte gençlerin sınav derdi de bitti. Ne var ki hakikatte “talebelik” sadece okul vaktinde değil bir ömür boyu sürer. Rivayete göre Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’da dönemin en ileri üniversitelerinden (medrese) birini kurdurur ve okulda kendisine bir oda ayırtmak ister. Ancak hocalar, “Evet, burayı siz kurup vakfettiniz. Ama odanızın olması için ya talebe olmanız gerekir ya da hoca” diye itiraz ederler. Bunun üzerine Fatih “E, nasıl olacak peki?” diye sorar. Hocaların yanıtı ilginçtir: “Sınava girmelisiniz.” Bu şartı kabul eden padişah sınava sokulur ve elbette her konudaki engin bilgisiyle sınavı geçer. Böylece kendi kurdurduğu üniversiteye “taze bir gonca” olarak kabul edilir ve bir odaya kavuşur! Elbette bu, gerçekten yaşanmış bir sahne olmayabilir, hatta fıkra olarak görülebilir. Ne var ki, öğretmenlerinin özgüvenli konumunu ve Fatih’in bilime saygısını yansıtması açısından kıymetli bir anlatı olduğu şüphe götürmez. Kıssadan hisse: Bu dünyada padişah bile olsan sınavdan kaçış yok.
YÜZÜNÜ DOĞU’YA DA BATI’YA DA ÇEVİRSEN
Kimi sanat tarihçileri “Gül Koklayan Fatih” minyatürünün Timurlu ve İtalyan sanatının ortak bir yansıması olduğu görüşündedir. Nitekim Fatih, sadece İslam âlemini değil Batı’yı da dikkatle izleyen bir liderdi. Adeta gözü Venedik’te, kulağı Semerkant’ta idi. Arapça ve Farsçanın yanında Yunanca ve Sırpça öğrenmişti. Teknolojide bir Macar’a güvenirken Doğu’da matematik ve astronominin en parlak ismi Ali Kuşçu’yu İstanbul’a getirtmiş; onun gibi başka donanımlı isimleri de himaye etmiştir. Fatih, sanat ve edebiyatın yanında din bilimlerindeki gelişmeleri yakından takip ediyordu. Ulemaya kelam/din felsefesi üzerine tartışmalı toplantılar düzenletip bizzat katılmıştır. Ayrıca dinin sadece zahiri ve hukuki yönleriyle yetinmemiş, Akşemseddin ve diğer öğretmenleri vasıtasıyla tasavvuf boyutunda da yetişmiştir. Özetle Fatih, Doğu-Batı diye ayırmadan en son ve en doğru bilgiyi arayan, “ilim Çin’de bile olsa alan”, çok yönlü, dâhi bir hükümdardı.
SEVİLDİĞİNİ BİLEN ÇİÇEK
Sevgili ve çiçek deyince... Çok meşhur bir deney vardır. Bir okulun girişine aynı cinsten iki çiçek yerleştirilir. Saksıları ayrı olsa da toprakları aynıdır. Her gün eşit miktarda su ve gün ışığı alırlar. Öğrencilerden bu saksılardan birine hep hakaret etmeleri, diğerineyse güzel, iyi sözler söylemeleri istenir. Bir süre sonra kötülüğe maruz kalan çiçek boynunu büküp sararırken, diğeri büyür, canlanır. Bu basit ortaokul deneyi bile bize canlıların suyunu, gıdasını vermekle meselenin bitmediğini gösteriyor. Sevgi ve güzel muamele, bir lüks değil, herkes için hayati bir ihtiyaç. Allah’ın sıfatlarından birinin El-Vedud, yani “çok seven, çok sevilen” olması tesadüf olabilir mi? Sevginin değerini iyi bilmek, hakkını vermek gerek.
Paylaş