Paylaş
DİPLOMAT ŞEHİTLER
Rusya Federasyonu Büyükelçisi Andrey Karlov’a Ankara’da düzenlenen suikast, ev sahibi ülke olarak Türkiye’yi üzdü ve sarstı. Üstelik Türkiye bu acıyı çok iyi biliyor. Fazla söze gerek yok. Teröristlerce şehit edilen diplomatlarımızın, idari görevlilerin ve yakınlarının adlarını anmak bile yeterli:
1973, Mehmet Baydar, Santa Barbara, ABD
1973, Bahadır Demir, Santa Barbara, ABD
1975, Daniş Tunalıgil, Viyana, Avusturya
1975, İsmail Erez, Paris, Fransa
1975, Talip Yener, Paris, Fransa
1976, Oktar Cirit, Beyrut, Lübnan
1977, Taha Carım, Vatikan Şehir Devleti
1978, Necla Kuneralp, Madrid, İspanya
1978, Beşir Balcıoğlu, Madrid, İspanya
1979, Ahmet Benler, Lahey, Hollanda
1979, Yılmaz Çolpan, Paris, Fransa
1980, Galip Özmen, Atina, Yunanistan
1980, Neslihan Özmen, Atina, Yunanistan
1980, Şarık Arıyak, Sydney, Avusturalya
1980, Engin Sever, Sydney, Avusturalya
1981, Reşat Moralı, Paris, Fransa
1981, Tecelli Arı, Paris, Fransa
1981, M. Savaş Yergüz, Cenevre, İsviçre
1981, Cemal Özen, Paris, Fransa
1982, Kemal Arıkan, Los Angeles, ABD
1982, Orhan Gündüz, Boston, ABD
1982, Erkut Akbay, Lizbon, Portekiz
1982, Nadide Akbay, Lizbon, Portekiz
1982, Attila Altıkat, Ottawa, Kanada
1982, Bora Süelkan, Burgaz, Bulgaristan
1983, Galip Balkar, Belgrad, Yugoslavya
1983, Dursun Aksoy, Brüksel, Belçika
1983, Cahide Mıhçıoğlu, Lizbon, Portekiz
1984, Işık Yönder, Tahran, İran
1984, Erdoğan Özen, Viyana, Avusturya
1984, Evner Ergun, Viyana, Avusturya
1991, Çetin Görgü, Atina, Yunanistan
1993, Çağlar Yücel, Bağdat, Irak
1994, Haluk Sipahioğlu, Atina, Yunanistan
2004, Nihat Akbaş, Musul, Irak
2004, Bilal Urgen, Musul, Irak
2004, Adem Çiçek, Musul, Irak
2004, Bülent Kıranşal, Musul, Irak
2004, Süleyman Karahasanoğlu, Musul, Irak
2013, Sinan Yılmaz, Mogadişu, Somali
BARIŞ KARŞITLARININ KURBANI ELÇİLER
Puslu siyasi emeller adına diplomatlara düzenlenen saldırılar tarihin hemen her döneminde karşımıza çıkar. Örneğin, Osmanlı-Avusturya barışına aracılık etmesi için İngiliz Kralı tarafından görevlendirilen elçi Sir William Hussey, bu barışı arzulamayan Fransız ajanları tarafından 1691’de Edirne’de zehirlenerek öldürülmüştü. (Ne var ki bu bağlantı tam olarak kanıtlanamamış, bazı kaynaklara göre İngiliz Elçi hayatını veba salgını nedeniyle kaybetmiştir.) Kasım 2015’te Türkiye-Suriye sınırında Rus uçağının vurularak düşürülmesi de Büyükelçi’ye suikast da benzer bir şekilde iki ülkenin barışçıl ilişkilerini bozmaya yönelik eylemler olarak görülüyor.
ORTADOĞU VE OSMANLI – RUS İTTİFAKLARI
Rusya ve Osmanlı 200 yıldan uzun süre boyunca defalarca savaşmış olsa da yakınlaştıkları zamanlar oldu. Örneğin iki devlet, Kafkasya’nın ve Afgan isyancıların elindeki İran’ın bazı topraklarını paylaşmaya yönelik olarak 1724’te İstanbul Muahedesi’ni (antlaşmasını) imzalamışlardı.
Osmanlı’yı Rusya’dan yardım isteme noktasına getirense 1832’de isyancı Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya bağlı kuvvetlerin Kütahya’ya kadar ilerlemesi oldu. Bu durum karşısında Rus kara ve deniz kuvvetleri, Osmanlı’nın ‘daveti’ üzerine İstanbul, Beykoz’a geldiler. Aslında Rusya’yla yakınlaşma Osmanlı’nın ilk tercihi değildi. Osmanlı Kavalalı’ya karşı önce İngilizlerden yardım istemiş, ancak destek bulamayınca mecburen Rusya’ya yönelmişti. Bu olay ardından iki ‘düşman’ ülke 1833’te Hünkâr İskelesi Antlaşmasıyla ‘müttefik’ oldular. Tabii bu denklik ilkesinden çok uzak bir ittifaktı ve haliyle kısa ömürlü oldu.
“ŞARK’IN EN ESASLI İKİ HÜKÜMETİ”
İki ülke arasındaki asıl yakınlaşmaysa Rus Çarlığının 1917 Devrimi ile Sovyetlere, Osmanlı’nın da TBMM Hükümeti’ne dönüşmesiyle başladı: “Bu mukaddes mücadelede, Şark’ın en esaslı iki hükümeti Türkler ve Sovyetler, Şark’ın kurtuluşu davasında samimiyetten değil, onun kadar siyasetten ve pek hayati olan menfaatlerden kaynaklanan bir zorunlulukla aynı mücadeleyi yapmaya çalışacaklar; aynı düşmanlara karşı zafer kazanmak için yan yana duracaklardır.” 21 Şubat 1921 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesi iki ülke arasındaki ilişkilerin seyrini böyle özetliyordu. Moskova’ya atanan (20 Kasım 1920) ilk büyükelçinin Millî Mücadele’nin önde gelen isimlerinden Ali Fuat (Cebesoy) olması bu ilişkiye verilen önemi yansıtır. (Bu gelenek sonraki yıllarda da sürmüş, Moskova Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli temsilciliklerinden biri olmuştur). Sonuçta Sovyetlerin silah ve para yardımları Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında kritik bir öneme sahipti. Elbette bu yakınlaşmanın yanı sıra Sovyetlerin Batı’yla rekabeti Türkiye’ye Lozan’da bazı avantajlar getirdi.
Lozan’da çözüme kavuşmayan Musul ise Türkiye’nin istemediği yönde ilerliyordu. Musul Meselesi 16 Aralık 1925’te İngiltere lehine sonuçlanırken Türkiye, 17 Aralık 1925’te Sovyetler ile “Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması” imzaladı. Böylece bir kez daha Ortadoğu’daki sorunlar Türkiye’yi Rusya’ya (Sovyetlere) yaklaştırmış oldu. Bu saldırmazlık antlaşması 1929, 1931 ve 1935 yıllarında imzalanan uzatma protokolleri ile 20 yıl yürürlükte kaldı. Ta ki, II. Dünya Savaşı’ndan galip çıkan Sovyetler, “antlaşmanın günün koşullarına uymadığını” açıklayıncaya dek…
Türkiye 1946’dan itibaren Sovyet yayılmasına karşı Batı ile açık ittifaka yöneldi ve 1952’de NATO üyesi oldu. Ne var ki 1957’de Suriye ile yaşanan kriz ve özellikle 1958’de Irak’taki darbe karşısında Batı’nın sergilediği tavır, Başbakan Menderes’i ve Dışişleri Bakanı Zorlu’yu hayal kırıklığına uğrattı. Bu nedenle Menderes’in 27 Mayıs Darbesi’nden bir süre önce Sovyetlerle ‘buzları kırma’ ve ilişkileri düzeltme arayışı içinde olduğu dile getirilir. Elbette asıl amaç NATO’dan çıkmak değil Sovyet kartıyla Ortadoğu’da çok seçenekli, esnek politikalara yönelmekti.
ZORAKİ İTTİFAK
Günümüze dönecek olursak… Kısa bir süre önce Türkiye’nin Suriye’deki İç Savaş’ta kendi güvenliğini, ABD ve Batı ittifakı çerçevesinde sağlama planları tıkandı. Ve Türkiye, 1832, 1921 ve 1925’den sonra bir kez daha Rusya ile ortak hareket etmeye yöneldi. Temel etken yine Ortadoğu’daki gelişmeler. Karşılıklı ticareti bir yana koyarsak… Bu durum, Millî Mücadele’den bu yana iki ülke arasındaki en kapsamlı siyasi-askeri işbirliği gibi görünüyor. Hakimiyet-i Milliye’nin 1921’de yazdığı gibi: “Samimiyetten değil, siyasetten ve pek hayati olan menfaatlerden kaynaklanan bir zorunlulukla”.
Paylaş