Paylaş
TESPİH, İslam kültürünün yüzyıllardır en çok talep gören, elden ele, kuşaktan kuşağa dolaşan unsurlarından biridir. Kökeni çok daha eskidir. Günümüzden yaklaşık 3 bin 600 yıl öncesine tarihlenen bir freskte bile tespih çeken kadınlara rastlamak mümkün. Hinduizm ve Budizm’de “Japamala” adıyla bilinen tespihlerin tane sayısı genellikle 108’dir. Hıristiyanlıkta 4. yüzyıldan itibaren kullanılan düğümlü iplerin zamanla Doğu’dan gelen tespihlere dönüştüğü tahmin ediliyor. Hemen hemen tüm kültürlerde tespihlerin ana işlevi, ibadet sırasında okunan kutsal sözleri veya duaları saymaktır.
Hz. Peygamber’in şahsen tespih kullandığına dair net bir bilgimiz yok. Ama İslamiyet’in en erken dönemlerinde bile zikirleri sayma amacıyla keselerde biriktirilen taşlar, hurma çekirdekleri veya düğümlü ipler mevcuttu. Zikir, Allah’ı ve sıfatlarını anmak anlamına gelir ve “Muhakkak ki Allah’ı zikretmek en büyük iştir” (Ankebut, 45) ayetiyle en önemli ibadetler arasında sayılır. “Esmaü’l-Hüsna” olarak bilinen Allah’ın güzel isimlerini anmanın yanı sıra namazdan sonra da “tesbihat” yapılır. “Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahüekber, kelime-i tevhid, ya sabır” en bilinen zikirlerdendir. İbadette kullanılan tespihler 33 veya 99 taneli olurken, 500’lük veya 1000’lik çeşitleri de vardır.
Tespih, Müslümanların en önemli el işi sanatlarından biri olmuş, zirvesine 17. yüzyıldan itibaren İstanbul’da ulaşmıştır. Sabır ve titizlik gerektiren tespih ustalığı, bir ölçüde kuyumculukla akrabadır. Nitekim zümrüt gibi değerli taşlar, gümüş gibi değerli madenler de tespih yapımında kullanılmıştır. Güzel kokulu ağaçlardan meyve çekirdeklerine kadar kullanılan malzemeler, tanelerin iriliği, biçimleri, renkleri, dizilme sıklığı... Başlangıcı ve bitişi belirleyen, bölüm aralarını işaret eden parçalar... Taşların üzerine eklenebilen süslemeler, atılan düğümler... Tüm bunların ayrı ayrı isimleri, türlü hususiyetleri vardır. Tespihler, küçük boyutlarına karşın büyük bir dünya, zengin bir kültürdür. Bu seçkinliğine karşın tespih, ibadetteki kullanımından uzaklaşmış, doğrudan cinsiyetle ilişkili olmamasına karşın zamanla erkek nesnesi haline dönüşmüş ve “tespih sallama” farklı bir sosyo-kültürel anlam kazanmıştır. Bu “imaj” kaybına rağmen tespih sanatının nadide eserleri geçmişte olduğu gibi günümüzde de çok büyük meblağlara alıcı buluyor. Üstelik sadece bir “erkek mücevheri” olarak değil aynı zamanda koleksiyon değerine sahip eserler olarak.
Tespih, ramazan aylarının da değişmeyen renklerindendi. Osmanlı İstanbulu’nda ramazan dolayısıyla büyük camilerin avlularına kurulan açık hava sergilerinde satılan eşyalar arasında tespihlerin ayrı bir yeri vardı. Üst sınıfların iftar davetlerinde seccadenin yanı sıra tespih hediye edilirdi. Hatta aynı hediye, sarayda Kadir Gecesi’nde veya bayramda sunulurdu. Elbette bunlar elmas, inci gibi değerli malzemeden yapılmış çok değerli tespihlerdi.
VEYSEL KARANİ
Tespih ustaları, mesleklerinin piri olarak Veysel Karani’yi kabul eder, dükkânlarına “Besmeleyle açılır her gün bizim tezgâhımız/Hazret-i Veysel Karani pîrimiz üstadımız” yazılı levhalar asarlardı. Anlatıldığı kadarıyla Veysel Karani, Hz. Peygamber zamanında Yemen’de yaşayan bir deve çobanıdır. Resulullah’ı bir kez olsun dünya gözüyle görebilmek için günün birinde Medine’ye gelir ama Peygamber’i evde bulamaz. Bir rivayete göre bakıma muhtaç durumdaki annesini yalnız bırakmamak için bir an önce Yemen’e döner. Bu durumu öğrenen Hz. Peygamber, kendi hırkasını hediye olarak ona gönderir. İşte bu hırkanın kuşaktan kuşağa geçerek İstanbul’a geldiği, ramazan aylarında Fatih’teki Hırka-i Şerif Camii’nde sergilenen hırka olduğuna inanılır. Resulullah’ın Veysel Karani için “Yemen’dedir bendedir, bendedir Yemen’dedir” dediği rivayet edilir. Bu sözler, birbirlerini yüz yüze görmeseler de gönüllerinin muhabbetle bir olduğu anlamında yorumlanmış, Veysel Karani’nin hem Peygamber sevgisi, hem de çevresine hizmet aşkı yüzyıllar boyunca anlatılmıştır.
Paylaş