Paylaş
Elbette hiçbir “normal insan”, sevdiği birinin suyuna, yemeğine zehir koymaz. Hiç şüphesiz bu cinayete teşebbüs olur. Ne var ki bunun birine ölümcül virüs bulaştırmaktan yegâne farkı, “kasten” olmasıdır! Tedbirsizlik, bazen bir cana, hatta canlara mâl olabiliyor. Eğer “dolaylı katil” olmak istemiyorsak, gelin şu salgını sona erdirmek için elimizden gelen tüm tedbirleri alalım, önlemlere titizlikle uyalım. “Bana dokunmayan virüs bin yıl yaşasın” deme hakkımız yok. Ne de olsa Hz. Peygamber’in ifadesiyle “Müslüman, elinden ve dilinden insanların zarar görmediği kimsedir”.
*
KAÇ KİŞİ OLMALI?
BUGÜN dünyanın neresinde olursa olsun 250 kişinin hayatını kaybettiği bir kaza, çok önemli bir haber olarak duyurulur, değil mi? Medyada hızla gündem olurken on binlerce paylaşım görürüz. Kaybedilen hayatlara “içimiz acır”, hüzünleniriz. İnsan olmanın gereğidir bu duygular.
Gelin görün ki, son zamanlarda bu ülkede her gün “beş-altı otobüs dolusu” insan, salgın nedeniyle hayatını kaybediyor. Ama ne yazık ki bizler bu durumu giderek kanıksar hale geliyoruz. Salgın kaynaklı vefat sayılarına adeta günlük döviz kurlarına, hava durumuna bakar gibi bakıyoruz! Daha da acısı, bu kanıksama hali sadece salgına özgü değil. Terör ve trafik kazalarında kaybettiğimiz canlar için de benzer tepkiler veriyoruz. Üzücü bir haber duyduğumuzda çoğumuzun ilk sorusu aynı: “Kaç kişi ölmüş?” Ama bir yakınımıza hastalık veya ölüm tehlikesi isabet ederse, şu gerçeği hatırlıyoruz: Hepimizin sadece “bir” canı var.
*
Her insan, bir başına değerlidir; hayatı kutsaldır. “Sadece bir kişi ölmüş” demek, ölümü hafifletmez, sıradanlaştırmaz. Nitekim Kuran, “Kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur (Maide, 32)” der. İster kendimizin, ister bir yakınımızın, ister “herhangi” birinin hayatı olsun... “Tek bir hayatın tüm insanlığı temsil etmesi” hassasiyetini layıkıyla özümsemeden, “her bir canı kurtarmaya” odaklanmadan gerçek anlamda “medeni” olmak mümkün mü?
‘ÖLÜMDEN KONUŞMAYALIM’
“NE ölümden korkmak ayıp, ne de düşünmek ölümü” demiş, Nâzım Hikmet. Üzerinde düşünmeyi de konuşmayı da hiç sevmesek bile, ölüm hayatın doğal bir parçası. Ölmekten çok korkan nefis/ego, Kuran’daki ifadesiyle “ömrünün bin yıl olmasını ister”. Oysa iç huzuru olmadıkça daha uzun bir ömür sürmek, sadece daha fazla azap çekmek anlamına gelir. Nitekim kadim hikâyelerdeki en ağır manevi ceza, “dünyada ölümsüzlüğe mahkûm” edilmektir.
*
Sürekli ölüm kaygısıyla yaşamak ne kadar vahimse, ölüme karşı duyarsızlaşmak da o kadar vahim bir durum. İslam’a göre insan, gereksiz yere hayati tehlikeye atılmamalıdır. Yaşama tutunmalı, örneğin hastalıklar karşısında şifa aramalıdır. Çocuklarınki başta olmak üzere, herkesin hayatını kutsal bir emanet olarak görmelidir.
*
Her çağda rastlanan “hayat varken ölümü düşünmeye gerek yoktur” anlayışı, ilk bakışta rahatlatıcı gibi görünse de aslında faydasızdır. Çünkü herkes bir gün mutlaka öleceğini içgüdüsel olarak bilir. Ölenlerin ardından cenazelerde söylenen “bir gün bizler de onların halleriyle hallendiğimizde” sözü, evrensel bir hakikat. Üstelik, ölüm “yokmuş gibi” davranmaya çalışmak, hayatın daha anlamlı ve daha güzel yaşanması önünde zihinsel bir duvar örer.
*
Ölüme bakışımız, aslında nasıl yaşamak istediğimizi de belirliyor. Örneğin, her günü son günümüzmüş gibi yaşasak, kızdıklarımızın ne kadarına kızardık acaba? Kaygılarımız bizi ne kadar ele geçirebilir, dert ettiklerimizin kaçı umurumuzda olurdu? Ölümle barışmak, hayatla barışmak demek bir bakıma. “İslam” kelimesinin “barış (selam)” kökünden türemesi tesadüf olabilir mi?
Paylaş