Paylaş
Açıklamalara göre AB Parlamentosu geçtiğimiz günlerde, ‘demokratik standartlardan uzaklaşan Türkiye’yi protesto’ amacıyla üyelik müzakerelerinin dondurulması yönünde karar aldı. Bunu Avusturya ve Hollanda’da aynı doğrultudaki kararlar izledi. Pek çok siyasi yorumcu için bu hamleler, Batı’dan bağımsız hareket etme eğilimindeki Türkiye’yi durdurmak, ‘ayar vermek’ amacını taşıyor. Öte yanda Avrupa’nın tepkisini yerinde bulanlar da var. Tabii tüm bunları yüzyıllar ötesine taşıyıp Müslüman-Osmanlı-Türk korkusuyla ilişkilendirenler de... Ne var ki bu kararların Avrupa’nın kendi dinamikleriyle yakından ilişkisi gözden kaçıyor.
MUAZZAM İŞGÜCÜ KAYBI
Aslında her şey II.Dünya Savaşı’nın ardından başladı. Almanya toplam nüfusunun en az %8,5’ini, Avusturya ise %5,5’ini büyük savaşta kaybetmişti. Fransa’nın kaybıysa nüfusun %1,5’i kadardı. Öte yandan işgücü kaybı bu oranların kat be kat üzerindeydi, çünkü en ağır kayıp, gençler ve donanımlı erkeklerdi.
Savaş sonrasında Batı Avrupa’da hızlı sayılabilecek bir ekonomik toparlanma görüldüyse de işgücü kaybı kapanmadı. 1950’lerin ortasında Fransa’daki Cezayirli göçmen işçiler 200 bini geçmişti bile. 1970’lerde bu sayı 700 binin üzerindeydi. Bugün ise Paris’te yaşayan her 5 kişiden biri göçmen. Ayrıca 20 yaş altındaki çocukların %41’inin annesi veya babası göçmen!
MİSAFİRLİKTEN YERLEŞİKLİĞE
Batı Almanya savaştan sonra diğer ülkelerden milyonlarca etnik Alman’ın göçüne sahne olsa bile işgücü açığını kapanmadı ve ‘Misafir İşçi’ uygulaması başlatıldı. 1960’lardan itibaren Almanya’yı mesken tutanlar arasında -bildiğimiz üzere- aslan payı Türklerin oldu.
Almanya bugün 12 milyonla (nüfusun %15’i) -ABD’den sonra- dünyanın en fazla göçmen barındıran ikinci ülkesi. Elbette bu sayı sadece Müslümanlardan oluşmuyor. AB’nin genişleme süreciyle -Eski Doğu Bloku ülkelerinin vatandaşları başta olmak üzere- yüksek bir nüfus hareketliliği yaşandı. Londra, Paris, Amsterdam gibi şehirler, hiper-kozmopolit merkezler oldular. Son 15 yıl içinde İtalya’da yaşayan yabancı ülke vatandaşları 1,3 milyondan 5 milyona çıktı. Avusturya’da ise nüfusun %15’i başka ülke doğumlu.
Sonuçta 1950’lerden bu yana AB’nin işgücü açığı hem Müslüman ülkelerden hem de ‘küçük’ AB ülkelerinden göçmenlerle kapatıldı. Ama bu çözüm başka sorunların kapısını açtı…
YABANCILAŞMAYA YERLİ TEPKİ
Aslında son döneme kadar çok kültürlü ‘çoğulcu’ Avrupa tablosu zenginlik olarak değerlendiriliyor ve en fazla iş dünyasına yarıyordu. Malum… Göçmenler, işçi maliyetlerini düşüren/sınırlayan etkenlerin başında gelir. Ne var ki 2008 Krizi işleri zorlaştırdı. İşsiz ve işleri sarsılan ‘yerli’ yığınların, ‘yabancılara’ iyi gözle bakması daha da zorlaştı. Örneğin İspanya’nın Endülüs bölgesinde 2008 yılında ‘yerli’ halkın %37’si göçmenleri olumsuz bulurken, bu oran 2013’te %64’e çıktı! Elbette bu duygu siyasi karşılık da buldu. Hollanda’da göçmen (dolayısıyla Müslüman) karşıtı Özgürlük Partisi (Partij voor de Vrijheid), 2006’da %5,9 olan oy oranını, 2010’da %15,5’e çıkardı.
ENERJİ AÇIĞININ DOLAYLI ETKİSİ
Ne gariptir ki kamuoyunda yabancı karşıtı algıya yol açan nedenlerden biri de Avrupa’nın enerji açığı! Kritik enerji ihtiyacı nedeniyle Libya, Irak ve dolayısıyla Suriye’deki sınır ötesi askeri operasyonlar, AB’nin büyüklerine kaçınılmaz göründü. (Daha öncesinde Cezayir’deki gelişmeleri de unutmamak gerek.) Bu harekatlar, ‘diktatörlükleri yıkmak’ ve ‘terörizme’ son vermek gibi politik söylemler etrafında yürütülse de İslam-Müslüman ve Arap karşıtlığı, aynı sürecin kaçınılmaz uzantısı olarak yükselişe geçti. Avrupa’daki terörist saldırılar ardından da tepkiler iyiden iyiye güçlendi.
AVUSTURYA’NIN SEÇİMİ
Geldiğimiz noktada AB’nin ‘çoğulculuk’ kavramı, kendi sınırlarındaki yabancı ve Müslüman düşmanlığıyla başa çıkmakta zorlanıyor. Özellikle de Batı Avrupa’nın ileri karakolu konumundaki Avusturya’da. Bu ülkedeki yabancı karşıtı Özgürlük Partisi’nin oyları 2010’da %10 iken 2013’te 20’yi aştı. Özgürlük Partisi’den Norbert Hofer bugünkü (4 Aralık Pazar) cumhurbaşkanlığı seçimini kazanırsa II.Dünya Savaşı’ndan sonra bir Avrupa devletinin seçilmiş ilk aşırı sağcı başkanı olacak.
İDEAL BİR KARŞIT İMGE
Peki ama hal böyleyken Avrupa’da ‘rahatsız yerlilerin’ kızgınlığı nasıl giderilecek? AB sınırlarındaki milyonlarca Müslümanla, milyonlarca göçmenle nereye kadar gidilecek? Günün birinde, ‘hadi bakalım herkes kendi memleketine’ noktasına gelinecek mi? Bu ülkelerdeki ikinci-üçüncü kuşak gençlerin durumu ne olacak?...
İşte tüm bu çözümsüzlük halinin kamuoyu nezdinde en iyi ilacı, Türkiye! ‘Göçmen deposu’ Türkiye’nin AB için ‘ideal kötü kahraman’ imgesi oluşturduğu açık. Üstelik olayların hiç bitmediği Türkiye, kurgusal bir karşıtlığa ihtiyaç duyan AB’ye bolca malzeme sunuyor. Böylece AB ülkeleri, kendi içinde söndüremediği kızgınlığı, yabancıların izdüşümü olarak görülen Türkiye’ye yöneltiyor (örneğin Fransa seçimlerindeki veya Brexit’teki tartışmalar). Türkiye’yle yaşanan her gerilim, AB’nin kendi içindeki toplumsal gerilimleri örten bir perde gibi. Günün birinde o kalın perde kalkarsa nasıl bir sahneyle karşılaşacağız acaba?
Paylaş