Hani herkesin “Büyük Abi” tarafından gözetlendiği dünyada... Öyle ya, cebimizdeki telefon attığımız her adımı sayıyor; nereye gittiğimizi, kimle konuşup neleri beğendiğimizi biliyor... Üstelik biz bu sürece gönüllü olarak ve hatta üstüne para vererek katılıyoruz! Hal böyleyken mesajlaşma uygulamalarındaki gizlilik konusu, bu aralar gündemin üst sıralarında. Ne var ki özel hayatın ve iletişimin gizliliği, sadece modern dünyaya ait bir mesele değil.
OKUNDU İŞARETİ
Malum... “Özel alan” ve “kişisel gizlilik” kavramı, eskiden “mahremiyet” kelimesiyle ifade edilirdi. Başkalarının görmesi, duyması, bilmesi istenmeyen anlamındaki “mahrem”, kelime kökü itibarıyla “haram” yani başkasına yasak olandır. Nitekim Hz. Peygamber, bir mektuba sahibinin izni olmadan bakmanın yasak olduğunu açık şekilde belirtmiştir.
*
Günümüzden 3 bin yıl önce bile açılıp okunmadığı belli olsun diye tablet mektuplar kil zarflara konup mühürlenirdi. Kırılan mühür, bir tür “ulaştı, okundu” işaretiydi. Hz. Süleyman’la bağlantılı “Mühür kimdeyse Süleyman odur” deyişi, mührün önemini anlatır. Bu nedenle krallar/sultanlar mühürlerini daima yüzüklerinde taşırdı. “Mühür/damga”, günümüzde dahi yazılım terminolojisinin vazgeçilmez kelimelerinden.
GİZLİ YAZIŞMALAR
Yazışmaların gizliliğini korumak amacıyla sultanların mektuplarını kaleme alan “sır kâtipleri” vardı.
“İncitmeyelim, incinmeyelim”, hepimiz bildiği “Kalp kırmayalım, birbirimize saygılı olalım, sevelim sevilelim” gibi anlamı gayet açık bir söz. Ne var ki bilmek başka, yapabilmek başka. Asıl marifet, eskilerin ifadesiyle “kâl”den “hal”e geçmekte. Yani, sözünü özüne taşımakta.
Anadolu bilgeliği “incitme, incinme” tavsiyesini, olgun insan olma yolundaki en önemli değerlerden bellemiş; kuşaktan kuşağa aktarmıştır. Dostlara “elleriniz dert görmeye, gönlünüz incinmeye” diyerek hayır duası etmek âdettendi. Tasavvuf ilminin ne olduğunu soranlara en kestirmeden “incitme, incinme” cevabı verilirdi. 17. yüzyıl şairi Nailî oğluna “Hatırın incitme oğlum kimsenün/Hatırın incinmesün tâ kim senün” diyerek nasihat etmiştir. Divan şiirinin en önemli kadın şairlerinden Leyla Hanım (ö.1847) içinse incitmemek edebin aslıdır: “İncitme sen ahbabını, incinmeye senden/Bu âlem-i fânide zarafet budur işte.”
SANATKÂRA SAYGI
İnanç dünyasında “incitmemek” kavramı, sosyal saygının ötesinde bir anlam daha taşır. Buna göre nasıl bir sanatçının eserine hakaret veya kötü muamele sanatçıyı üzerse, aynısı “eşref-i mahlukat” olan insanlara muamele için de geçerlidir. Çünkü insan gönlü, Kuran’daki ifadesiyle “ona kendi ruhundan üfleyen” Yaradan’ın manevi emanetini taşıyan bir cevherdir. Yunus Emre şöyle der: “Gönül Çalabın (Allah) tahtı/Çalab gönüle baktı /İki cihan bedbahtı/Kim gönül yıkar ise.” Dolayısıyla ancak gönül kırmaktan ve insanları incitmekten kaçınan kişi, “Severiz yaratılanı Yaradan’dan ötürü” sözünün hakkını vermiş olur.
*
“İncitmemek”, kendimizi ne kadar kudretli görürsek görelim, en zayıf varlığa bile merhametle yaklaşmaktır. Kuran, “Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir” der ve ekler: “Başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın.” Hz. Peygamber de özellikle yetimleri incitmemek gerektiği vurgulamıştır. Hoca Ahmet Yesevî, insanları azarlamamak, gücendirmemek, incitmemek ilkesini sünnet olarak görüp, söz konusu tavrın sadece garibana veya yakınlarımıza değil farklı inançtaki insanlara da gösterilmesi gerektiğine işaret eder: “Sünnet imiş, kâfir olsa, verme azar/Gönlü katı, gönül inciticiden Hüdâ bîzar.”
KALP SAĞLIĞI İÇİN
BİYOLOJİK TAKVİM
Oysa ortak takvimlerimiz hangi yılı gösterirse göstersin aslında her birimizin kişisel bir takvimi var: Doğduğumuz gün başlar, öldüğümüz gün sona erer. Bu takviminin özü ne aydır, ne güneş... Merkezinde insan yer alır; ölçü birimi, nefestir. Boşuna dememiş atalarımız, “Ömür dediğin bir nefesliktir: alırsın veremezsin, verirsin alamazsın” diye. Bu takvimde önemli olan kaç güneş veya ay yılı yaşadığımız değil, alıp verdiğimiz nefeslerin anlamıdır, kalitesidir. Hatta kimileri amaçsızca yaşanan hayatların “oksijen israfı” olduğunu iddia eder. Neyse ki bazılarımız diğer insanların nefes alabilmesi için çırpınır durur. Mesela ambulanslarda, hastanelerde, yoğun bakım ünitelerinde...
KUTLAMA ZAMANI
Geçtiğimiz takvim yılında, sağlıkla ve özgürce alınan her nefesin ne kadar değerli olduğunu gördük. Yaşadıklarımız bize içten içe bilip, ısrarla unuttuğumuz o gerçeği hatırlatıyor: Her bir nefes, yeni bir başlangıçtır. Bu başlangıçları ortak takvimlerden bağımsız olarak, bekletmeden kutlamalıyız. Çünkü zaman bizi beklemiyor, akıp gidiyor. Malum... Hayat takvimindeki asıl dönüm noktaları sayısal değişimler değil “nefesimizi kesen” o kıymetli anlardır.
EŞSİZ BİRER HEDİYE
Atlatılan badirelerden sonra “şöyle rahat bir nefes alabilmek”, “Oh be, dünya varmış” diyebilmek, hediyelerin en büyüğüdür bazen. Gelin nefeslerimizi pişmanlıklarla, günlük çekişmelerle tüketmeyelim. “Boşa nefes harcayıp” ömür sermayesini heba etmeyelim. Nefsimizle nefesimiz arasında kalıcı bir barış sağlamaya çalışalım... Her bir yeni nefesimiz bir öncekinden güzel olsun. Sevdiklerimizle barış dolu nice sağlıklı, mutlu, kutlu nefeslere...
ZOR ZAMANLARDA
Atalarımız boşuna dememiş “Allah bugünümüzü aratmasın” diye. Büyüklerimizden “Aman evladım, beterin beteri var. Hamdolsun diyelim, buna da şükür...” sözünü duymuşuzdur. Ne var ki bu söze herkes aynı duyguyla karşılık veremez. Hatta “Buna da şükür” ifadesi, hep daha iyisini bekleyen kuşaklara antipatik bile gelebilir. Çünkü işlerin istediğimiz gibi gitmemesi bazen bizi hiddetlendirir. Hele de konu sağlık veya parasızlık olduğunda. İşte böyle zor anlarda “Buna da şükür” demek, pek çoğumuz için kızgınlık nedeni veya “züğürt tesellisi”dir... Sıkıntıdaki iyi tarafları görmek, kendini kandırmak gibi algılanır. Bazılarımız için eldekine kanaat etmek edilgen bir tavır veya eksiği, yanlışı kabullenmek değil midir?
BAKIŞ FARKI
Oysa güzel düşünce, kanaatkârlık ve şükür, ne daha iyi bir yaşam hedefiyle çelişir, ne de enayiliktir. İbn Arabi’ye (ö.1240) göre “Kanaat, fazlasını istemeyerek elde bulunanla yetinmek demek değildir”. Sahip olduklarımıza gönül rızasıyla yaklaşmak; eldekinin azaldığı sıkıntılı zamanlara sabredip, “şer içindeki hayrı” bulmaya çalışmaktır. Ayrıca şükür ve kanaat, tasayı yok saymak, dertlinin halini görmezden gelmek de değildir... Tam tersine, değiştiremediğimiz zor koşullarda bile “ruhun bağışıklık sistemini” güçlendiren bir dayanak noktasıdır. Mesela:
“Hafta sonu dört duvar arasına tıkıldık” diye dertlenip durmak yerine “En azından hafta içi çıkabiliyoruz” diye düşünmektir.
İçimizi sıkan, “Evden çıkamıyoruz” gerçeğini “Neyse ki oturacak bir evimiz var” diye okumaktır.
HER İŞİN BAŞI SKOR
Hiç şüphesiz iş dünyasında primler, ödüller, esasen sayısal başarıya veriliyor. Örneğin milyar dolarlık futbol endüstrisi galibiyeti parayla ödüllendirirken, “centilmenlik” veya “iyi oyun” sadece sembolik takdir getiriyor. Bir düşünsenize... En az faul yapan, en az kart gören takım, şampiyon kadar prim alsaydı sahada her şey ne kadar farklı olurdu!
Günümüzde iş dünyası pek çok konuda kamuoyundan “sarı kart” görmekten çekiniyor. Bu sebeple büyük kurumlardaki “etik davranış” kodlarının asıl gayesi, şirket saygınlığını korumak. Ayrıca usulsüzlüğe engel olmak için “uygunluk (compliance)” denetimleri ve ölçümleri yapılıyor. Bunlar elbette “güzel hareketler”...
KAÇINMAK DEĞİL KATILMAK
Ne var ki “iyi davranış”, sadece kurallara uymaktan, doğruluktan ibaret değil. İyilik, aynı zamanda karşılıklı fayda sağlayan, gelişime yönelik davranışları içeriyor. İyilik, kendi başına bir ideal zaten. Bunun da ötesinde, insanı insan yapan bir duygu. Dolayısıyla iyiliğin odağı yanlıştan kaçınmak değil, güzel işlere katılmak.
‘İYİ İŞ’ YAPMAK ZAMANI
Artık biliyoruz ki, dev şirketlerin en büyük “
Peki ama nedir kalbimizin, ruhumuzun rengi? Siyah, beyaz, kırmızı, sarı, mavi? Elbette hiçbiri ve elbette hepsi. Çünkü şeffaftır ruhumuz. Engelsizdir, bozmaz hiçbir özgün rengi. Işığı aydınlatsa da yolumuzu, elle tutulmaz, gözle görülmez. Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inde dediği gibi: “Nur ayandır, olmaz onun gölgesi.”
Gönül gözüyle bakan, insanın kalıbını, ten rengini görmez. Irka, cinsiyete, milliyete, yaşa, malvarlığına bakmaz. Kalp gözüyle bakanın göreceği, karşındakinin kalbidir. O baktığı her yerde bir mana arar, kendi içinde de olanı görür. Kendindeki siyahı, beyazı; Asyalıyı, Afrikalıyı, Avrupalıyı; insanı, tabiatı, kâinatı... Biyolojik gözü değil, gönül gözü görmeyene denir “sevme engelli” diye. Nesimî’nin ifadesiyle: “Sûretin nakşında her kim görmedi nakkaşını/Vâhib-i sûret onun gözsüz yaratmış başını.”
AYYUBA’NIN YOLCULUĞU
1730 yılında Ayyuba Sulaiman Diallo (Eyüp bin Süleyman) isimli 29 yaşında genç bir adam, iş için Senegal-Gine arasında seyahat ettiği sırada, yardımcısıyla birlikte esir alındı. Ailesine, karısına haber gönderip köle tüccarlarının elinden kurtulmaya çalışsa da bunu başaramadı. O artık Afrika’dan gemilerle Amerika’ya götürülüp “satılan” yüz binlerce insandan biriydi. Neresi olduğunu dahi bilmediği bu yeni ülkede, tütün tarlalarında çalıştırılan isimsiz bir köleydi...
Ayyuba, bir süre sonra ibadetlerinin engellenmesine ve aşağılanmaya dayanamayarak esaretten kaçmayı denedi. Ama yakalanıp hapsedildi. Zaten kaçsa bile nereye gidebilirdi? Ne var ki hapse düştüğünde, vatanındaki en saygın ailelerden birine mensup olduğu anlaşıldı. Müslüman bir âlim olan babası, ülkesinde kralın çocuğunun öğretmeniydi. Ayyuba da iyi bir eğitim almıştı. Arapça okuyup yazabiliyordu. Kuran’ı baştan sona ezberden yazabilecek kadar iyi bir hafız olması dikkat çekmişti. Üstelik İngilizceyi hızla öğrenebiliyordu. Eğitimli ve yetenekli Ayyuba’nın kendileri için tütün tarlasında çalışmaktan çok daha faydalı olabileceğini düşünen İngilizler, onu 1733’te Londra’ya götürdüler. Oradayken British Museum’un Arapça koleksiyonunun tasnifine yardımcı oldu. Afrika’daki nüfuzunu genişletmeye çalışan İngiliz seçkinleriyle tanıştırıldı. Bu sayede ülkesine geri dönebildi. Ne var ki babası ölmüş, dul kaldığını düşünen karısı da bir başkasıyla evlenmişti. Yetmezmiş gibi bölgede egemenlik kuran Fransızlar tarafından “İngilizlerin adamı” olma suçlamasıyla tutuklandı. Yine esaret altındaydı. Londra’dan da himaye görmedi. Bir yıl sonra hapisten çıktığında, nihayet “özgür” bir insandı. Ancak ülkesi özgürlüğünü adım adım kaybediyordu.
*
MUTLULUĞUN BÜYÜĞÜ
Çağımızda, mutluluk ile haz/zevk arasındaki kavramsal fark giderek azalıyor. Eğer “zevkli, eğlenceli, heyecan verici” değilse o işten, durumdan, hatta o insandan mutlu olunmuyor. Oysa tarih boyunca, duyulara dayalı, maddi mutluluğun aslında alt düzey ve geçici bir sevinç olduğunu savunanlar pek çoktur. Örneğin:
Budizm’e göre maddi zevkler peşinde koşmak bizi tatminsizliğe ve ıstıraba götürür. Dolayısıyla mutluluk, iç denetimimize bağlıdır. Nirvana (kurtuluş ve aydınlanma) ancak böyle elde edilir.
Konfüçyüs için etik değerler ve ahlaki masumiyet, mutluluğun olmazsa olmazıdır.
Aristo’ya göre akıllı bir varlık olan insanın ruhunu en mutlu eden şey akıllı ve faziletli davranışlardır.
Tevrat’ta ve İncil’deyse mutluluğun ayrılmaz gereği, inançlı olmaktır: “Ne mutlu Tanrısı Rab olan halka.”
KİMYA-İ SAADET
Yüreğimiz pandemi haberleriyle daralırken, sosyal medya Türkiye’nin dört bir yanından yüklenen fotoğraflarla doldu. Ne de olsa kapalı havada karşımıza çıkan gökkuşağı, pek çoğumuz için mutluluk vesilesidir. Divan şairi Nedim’in (ö.1730) benzetmesiyle “dünyayı süsleyen yedi renkli kumaş”, inanç tarihindeyse çok farklı anlamlar taşıyan bir semboldür.
GÖK KÖPRÜSÜ
Gökkuşağı pek çok kültürde yerle göğü birleştiren köprü gibi görülmüştür. Çizgi romanlara ve filmlere konu olan İskandinav inanışlarındaki Heimdall, dünyayla diğer âlemler arasında geçişi sağlayan “gökkuşağı köprüsünün”, yani Bifröst’ün nöbetçisidir. Aynı benzetme, Anadolu bilmecelerinde de karşımıza çıkar: “Gökte gördüm köprüyü/Rengi yedi türlüyü.”
“Gök-yay”, Türk kültüründe zengin bir sembolizme sahiptir. Şaman (kam, baksı) davullarında gökkuşağı simgesi yer alırdı. Şamanın gökkuşağına tırmanarak göğe yükseldiği inancını, ruhun aşması gereken yedi engel (yedi renk) biçiminde okumak mümkündür. Ayrıca inanışa göre çocukların koruyucusu “Umay Ana” da gökkuşağı ile yere inermiş. Ortaçağ’ın önemli coğrafyacılarından Kazvinî’ye göreyse “Dokuz Oğuzlar, gökkuşağı çıktığında bayram yaparlar”mış. Yakın dönemlerde dahi Anadolu’da bazı yörelerde annelerin, bebeği 40 günlük olunca 7 renkli kuşak taşıyan elbiseler giyip kutlama yapmaları adettendi.
*
Malum, meteorolojik-optik bir doğa olayı olan gökkuşağının altından geçmek mümkün değildir. Atalarımız bu gerçeği bildiklerinden olsa gerek, -muhtemelen eğlencelik- söylenceler geliştirmişler: Gökkuşağı altından geçen kız çocuklarının diğer taraftan erkek, erkeklerinse kız olarak çıkacağı yetişkinlerin dileklerinin kabul edileceği, zengin olacağı hatta cennete gideceklerinin söylenmesi gibi. Bu tür inanışların kutsal kitaplarda karşılığı yoktur.