Paylaş
Ramazan eğlencesi denince pek çoğumuzun zihninde Osmanlı yadigârı Karagöz-Hacivat, ortaoyunu, meddahlık gibi gösteriler canlanır. İşin ilginci bu sanatların ramazanla doğrudan bir ilişkisi yoktur. Karagöz-Hacivat adıyla tanıdığımız gölge oyununun kökleri, Orta Asya’dan Çin’e kadar uzanır. Ortaoyunu ise Karagöz-Hacivat’ın doğrudan oyuncular tarafından sahnelenen biçimi sayılır. Bu sanatlar sadece ramazanda değil, yıl boyunca sahnelenirdi. Ama ne var ki ramazan, büyük şehirlerde seyircisi çoktan hazır bir kültür-sanat festivali gibiydi. Bu nedenle dini boyutunun yanında gösteriler ve eğlencelerle de özdeşleşmiştir.
GENİŞ İZLEYİCİ KİTLESİ
Elektrik öncesi devirlerde, “normal” aylarda havanın kararması, sokakların çok büyük ölçüde sessizleşmesi anlamına geliyordu. Oysa ramazanda iftardan ve teravih namazından sonra ortaya serbest zaman dilimleri çıkıyordu. Diğer aylarda çocukların yetişkinlerle yan yana bu kadar zaman geçirmesi pek mümkün değildi. Aynı şekilde kadınlar ramazanda sokağa daha fazla çıkma imkânı buluyordu. Herkes aynı anda yemek sofrasına oturuyor, teravihe gidenler aynı anda camiden çıkıyordu. Tüm bunlar, büyük camilerin etrafındaki meydanlarda, caddelerde buluşan kalabalıklar oluştururdu. Seyirci hazır olduğuna göre sırada güzel vakit geçirme vardı. Tabii tasvir ettiğimiz bu tablo ağırlıklı olarak bahar ve yaz ayları için geçerlidir. Kara kışa denk gelen ramazanlarda aynı ölçüde gezmeden, açık hava gösterilerinden söz etmek zordur.
UĞURLU, MAMUR YER
Osmanlı kültürünün başkenti olan İstanbul’da ramazan eğlencelerinde dönem dönem öne çıkan mekânlar vardır. Bunlardan birisi Kağıthane deresinin iki yakasındaki, ismi “uğurlu yer” anlamına gelen Sadâbâd idi. Sadâbâd tarihte Lale Devri ile özdeşleşmişse de önceki yüzyıllarda kalabalıklara ev sahipliği yapmıştır. Bu mesire yerindeki hareketlilik ramazandan önce şaban ayından başlardı. Gün boyunca hokkabazlar ve sihirbazlar çadırlarda hünerlerini sergilerken yiğit pehlivanlar çayırda kıyasıya mücadele ederdi. Güreş, o devrin en fazla rağbet gören sporlarındandı. Geceleriyse binlerce kandilin ışıkları eşliğinde sazlı eğlenceler düzenlenirdi. Bu neşe, Ramazan Bayramı’nda en üst seviyeye çıkardı. Ünlü şair Nedim, 18. yüzyılda bu konuda şöyle yazmıştır: “Seyr-i Sadâbâd’ı sen bir kerre ıyd (bayram) olsun da gör.”
İĞNE ATSAN YERE DÜŞMEZ
Ramazan eğlencelerinin 19. yüzyıldaki en hareketli mekânıysa “Direklerarası” denilen bölgeydi. İstanbul genelinde baskın bir sosyal sınıf olan Yeniçeri ocaklarının kalkması ve Batılılaşma hareketleri, başkentin sosyo-kültürel dokusunda gözle görünür değişikliklere neden oldu. Öte yandan bu geleneksel olanla yeni olanın iç içe geçtiği bir süreçti. Direklararası işte bu değişimin en açık biçimde görüldüğü kültür-sanat merkezlerindendir. Recâizâde Mahmud Ekrem’in ‘Araba Sevdası’ isimli meşhur romanı, Batı hayranlığını budalalık seviyesine taşıyan Bihruz’un duygusal çöküntüye uğradığında nasıl hemen geleneksel değerlere sığındığını ve yaşadığı buhrandan çıkmak için nasıl oruç tutup, kendini ramazan iklimine verdiğini anlatır. İğne atsan yere düşmez kalabalıkların Direklararası’nda yaşadığı o çok hareketli ramazanlar, Bihruz’un iki kültür arasında gidip gelen inişli çıkışlı ruh halinin bir temsili gibidir.
BAK ŞU HOCANIN YAPTIĞINA
Ramazan gecelerinde keyifli vakit geçirmek için fıkra anlatmak da âdettendi. Konu fıkra olunca elbette Nasreddin Hoca’yı anmak gerek. Hoca’nın nüktedanlığı şartlanmanın, gizli bencilliğin, kibrin, çıkarcılığın her türlüsüne yönelikti. Hoca, günümüz tabiriyle insanlarda “çifte standart” içeren bir hal görünce sözünü esirgemezdi. Ne var ki bunu insanları yererek değil, kendi üzerinden anlatırdı. Yani “kendisiyle dalga geçmekten” hiç çekinmez, bu da sözlerinin akılda kalmasında önemli rol oynardı. Eski bir yazmada belirtildiği üzere onun yaşadıkları, “zâhiri hande-fezâ, batını hikmet-nümâ” (dış görünüşü güldürücü, iç yüzü hikmetli) olaylardır. Fıkralarındaki temaların Lokman Hekim’e kadar uzanması, “hikmetli sözlerle insanları manen eğitme” geleneğinin takipçisi olduğuna işaret eder. Elimizdeki kaynakları dikkatle incelediğimize halkın eski devirlerde Nasreddin Hoca’yı salt “komiklik peşinde koşan bir adam” olarak değil de güler yüzlü, muzip bir Anadolu bilgesi, yani halk dilindeki geleneksel ifadesiyle bir “velî” olarak benimsediğini anlıyoruz.
Paylaş