Paylaş
Halbuki bize verilen “Din”den maksat hikmet değil miydi? İnsan’ın ulaşabileceği en yüksek düzeydeki bilgelik… Kendini bilme, Rabbini bilme, hakikati özümseme, fıtratına, kudsiyetine en uygun düşünüş, eyleyiş, yaşayış üzere olmakla barış ve huzura erme… Kendini kısıtlayan tüm suniliklerden aşkınlaşma ve gerçek değerini bulma, ikiliklerden sıyrılarak tevhid(birlik) içre olma… Bunun yol ve yordamına dair bir yardım, ancak özgür iradeyle tercih edilecek bir teklif, yaradılış ile uyumlanmanın ilahi formülü, hidayet rehberi… Kavuşmak isteyene…
Sanırım yanlış anlatıldı yahut yanlış anlaşıldı. Bu yanlışlıkta ısrar, cehennemî bir yokoluş tarafından yutulmaya mahkumdu. İçteki yozlaşma dışta da kendini gösterecekti. Mânasız şekil, kof, hayatiyeti olmayan bir kabuk misali çürümeye yüz tuttu. Önce, tüm insanların bir hikmet üzere bir arada oluşu unutuldu. Bizi zenginleştiren farklılıklarımız, ulus-devlet düzeni üzerinden -ancak çıkar ilişkilerinin geçici bir süre ayakta tutabileceği- hasımlıklara dönüştü. İnsanların kardeş oluşuna dair izleğimiz önemsizleştikçe birbirimizi tüketmenin önünde engel kalmıyordu. İnananların da arasına nifak girdi nihayet. Oysa bizi birleştiren şeyler ne kadar daha çoktu. Museviyet, İseviyet, Muhammediyet… Bana göre hepsi İslam şemsiyesi altında kutluydu.
Yeni dünya düzeni silahşörlerinin hücumu bu şemsiyeye olmuştu. Yerine de elle tutulur bir muadilini koymadan. Konulabilir sandık, beter oldu. Şemsiyenin sapını biz tutuyorduk en son, hakkını veremedik demek ki, elimiz kırıldı. Sonra da kendilerini “Müslüman Devletler” diye niteleyenlerin birbirine düşürülmesi. Biz elimiz alçıda iyileşmeye çalışaduralım, bu esnada bir baktık ki etrafımız kan gölü, içimiz huzursuz, paramparça, lokmamız hırsızların tabağında, kutsallarımız namahrem ellerin eğlencesi artık. Buna “dur” deyecek babayiğit yok mu? Kim olacaktı bizden başka. Biz bu alemin son yiğitleri idik. Son feta(Kuranî bir kavram; delikanlı, yiğit, civanmert anlamında)…
Çıkmadık candan ümit kesilmez ya, batıl davalarının ardısıra canımızı çıkarmaya azmetmişlerin hücumlarını şiddetlendirmeleri de normal aslında. Ve bu arada yaralı aslanın etrafında dişe dokunur ne bulursa koparmaya çalışan çakallar. Çünkü insanı insan yapan değerlerin yokluğunda hayvandan beter olasıdır insanlar. O değerler ki kutsaldırlar, şeytani güçlerin temsillerine saldırması doğal.. Demek elimizde hala temiz kalan -kıymeti bilinesi- birşeyler var!
El Kuddus; Allah’ın “kutsal”(temiz, pak, eksiksiz) anlamına gelen bir güzel esması. Ve başından geçen onca şeyden sonra, yüzyıllarca Osmanlı’nın -İslami değerler ışığında- barış içinde idare ettiği bir kadim şehrin adı. Tam yüz yıl olmuş sınırları bu değerlerin garantörlüğü altından çıkalı, elimizden alınalı. Biz zaten emanetçiydik, ne olur ki başkaları idare etse, kutsallığına layık bir şekilde, huzur, barış, insaniyetle yönetilse; başımız üstüne. Tüm insanlığa bir birlik vesilesi olabilse keşke. Gel gör ki yeni düzenin egemen güçlerinin egoistçe politize etmesiyle irkildik fena halde..
Çünkü Jeruzalem(Yeruşalayim - Rabbiyle kulu arasındaki barış antlaşmasının, tamlığın remzi) bizim için “Ur(ir) Selim”, yani “selamet beldesi(şehri)”, “akl-ı selim”in arzdaki temsiliyeti.. “Şalom” yani “Selam” yurdu, bir zamanlar; emanetçileri mevcudiyetine ihanet edene kadar “Sekinet”in meskeni. Yeniden ihya olmalı.. İsmi bile sanki bize Hz.İbrahim’den Hz.Musa’ya, ondan Hz.Muhammed’e(sav), “Din”in adının hep “Slm”, “İslam” üzere anıldığının bir kanıtı. Vaktin tevhid peygamberi kimse, onun tebliğ ettiği hep aynı hikmet; ayrılığa, kavgaya ne hacet! Ama bu anlayışın temsilleri kendilerini seçkin gören bir kesim tarafından yalnız onlara mal edilmeye çalışılırsa, kutsalı için kıyama kalkmak inananların inançlarının gereği ve hakkaniyet uğruna mücadelenin ortaya konan delili sayılmalıdır diye düşünürüm fakir de.
Keza şehrin bir başka güzel ismi olan “Kudüs”, yani “kutsal/mukaddes” için şöyle yazıyor NND sözlükte; “Güçlü bir dîni saygı uyandıran veya uyandırması gereken, kutsi, mukaddes. Tapınılacak veya yolunda can verilecek derecede sevilen. Bozulmaması, dokunulmaması, karşı çıkılmaması gereken, üstüne titrenilen. Tanrı'ya adanmış olan, tanrısal olan, bütün var olanların, yeryüzüne ilişkin olanın üstünde yükselen, ondan bütünüyle başka olan. (Ve) Ahlaksal yetkinliğe ulaşan, bu yolla Tanrı'ya yakınlaşan kişilerin niteliği”.. Elbet asıl makamı gönülde, gönül sahipleri nezdinde…
O halde tüm bunlar oluyorsa sormalı; yapılanlar Allah rızası için mi? Bugün kim Müslüman, kim Nasrani, kim Yahudi? Değerlendirmeli; içimizdeki mukaddesat ne alemde, ‘akl-ı selim’imiz ne halde? İçte bu hasletler olması gerektiği gibi değilse, dıştan gelen saldırılara karşı elden gelmez çare. Ve akıl elden giderse, sonrasında belki kalp de tehlikede. Fakir için onun da yeryüzündeki temsili mekanı, “Kabe”. Halihazırda o beldeyi yönetenlerin de ne kadar hikmet üzere olduğu düşünüle… Ola ki bu bir fırsat, bıçak kemiğe dayanana dek sabredebilen, istikamet sahibi mazlumlar için yakındır necat..
“Sakın Allah'ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Sadece Allah onları, korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor” (İbrahim 14;42)
Artık umulur ki tüm barışseverler, insanlıkta inat edenler, inananlar, sevenler, gerekirse tüm kişisel çıkarlarını bir kenara bırakarak, birliğimize hizmet edenlerin başımızda olması için, selametliğimiz icin, bunun karşısında olanların bertaraf edilmesi için uyanık olup, gayretlerini artırsın. Allah bu günlerimizi aratmasın ancak alametler, gerçek Müslümanlar için zor geçecek bir-bir buçuk senenin akabinde, yaşanacak bir arınma, bir temizlenme sonrasında doğruluk üzere sabretmiş olanlar için -yine bir şemsiye altında- yeni ve hayırlı bir çağın kapısının aralanmaya başlayacağı yönünde. İnşa’Allah, güzel günler göreceğiz birlikte, Ya Sabır, Ey Kuddus, Zü’l-Celal-i Ve’l İkram, Ya Selam!
Paylaş