Paylaş
Sonra doğrulanmadı o bilgi, saatler sonra Başbakan Binali Yıldırım açıkladı. (*)
Ama gayet sakin biçimde taksinin bagajından içinde silahlarının olduğu çantasını almış. (Atatürk havalimanını basan IŞİD’çiler de taksiyle gelmiş, silahları bagajda taşımışlardı.)
Önce kapıda duran polise ateş etmiş; şehit olan 21 yaşında 10 aylık polis. İki de koruma…
Sonra içeri dalmış, otomatik silahla taramaya başlamış.
Üstündekini çıkarmış, yani kıyafet değiştirmiş ve sırra kadem basmış.
Öldürdüklerinin sayısı şimdilik 39. 65 yaralıdan 4’ünün durumu ağır diye açıkladı hükümet yetkilileri.
Hakkari’den gelen İçişleri Bakanı Süleyman Soylu “Peşindeyiz” dedi, duydunuz.
Ankara IŞİD üzerinde duruyor, El Kaide/El Nusra ihtimalini de dışlamadan.
İstihbarat eksiği filan yok. Daha PKK’nın Beşiktaş ve Kayseri saldırılarından önce duyulmadı mı medyada “Terör örgütleri büyük şehirlerde, kalabalık yerlerde, yabancıların gittiği lokanta, eğlence yeri gibi yerlerde eylem hazırlığında” diye?
Hani o “Amerikan istihbaratı biliyordu” lafı da buradan çıkıyor; elçilikleri uyaran ki doğrusu da bu, bizim hükümet. Aradaki fark, onlar vatandaşlarını da uyarıyorlar, saldırıya kurban gitmesinler diye.
Eğri oturup doğru konuşalım. Devletin güvenlik ve yargı teşkilatları yıllarca Fethullahçıların taşeronluğuna bırakıldı.
Şimdi onlardan temizlenmeye başladı, ama yerlerine kimin geldiğine bakan var mı?
Ya acemiler, ya (Rus büyükelçi suikastında şüphelenildiği üzere) başka kılıkta uykuya yatıranlar ya da derin devletin F-Tipi önceki sahipleri.
Yargıdaki durum da farklı değil. Ama polisteki –ve askerdeki- durum hala vahim; bir ekipler savaşının getirdiği zafiyet var.
İstihbaratı değerlendiremedikten sonra, istediği kadar gelsin istihbarat, bir işe yaramıyor işte, terörist gelip vuruyor ve artık gidiyor da.
Bu eylem adeta göstere göstere geldi.
Üstelik maalesef görüldü ki, bu eylemin bir kitle tabanı varmış; bu kadar derin bölünmüşüz yani “Birlik ve beraberlik” söylemlerine karşın.
Katliamın hemen arkasından sosyal medyada “Oh olmuş, ne işleri vardı orada?” makamında kutlama mesajları başladı.
Öyle ya Yılbaşı demek, Noel demekti. O Hristiyan eğlencesiydi. Daha iki gün önce sokaklarda Noel Baba’nın başına silah dayama mizanseni yapan militanlara polis müsamaha göstermemiş miydi?
Ne onu yapanlara suçu övme davası açılmıştı, ne de o haberlere halkı kin ve düşmanlığa teşvik ettiği için yayın yasağı getirilmişti.
Cübbeli Ahmet Hoca ve diğer bazı Cemaatlerin Noel ve Yılbaşı için mesajlarına gerçi Ahmet Şık “Bu işte bir tuhaflık var” diye tepki göstermişti ama, o da tutuklanmıştı zaten.
Sosyal medyadaki bu hava o kadar rahatsız ediciydi ki, Emniyet bu yöndeki mesajların ihbar edilmesini istedi; sanki Emniyet’te, Başbakanlıkta sosyal medyayı didik didik tarayan ekipler yokmuş, kendileri bulamazlarmış gibi.
Belki de bu nedenle cinayet sonrası ilk mesaj yayınlardan birisi, hatta daha İçişleri Bakanından önce, Diyanet İşleri Bakanı Mehmet Görmez oldu.
Görmez, terör eyleminin ibadethaneyi ya da eğlence yerini vurması arasında fark olmadığını söylüyor, eylemin hoş görülmesinin önüne geçmeye çalışıyordu.
Bu mesajı okuyunca, 30 Aralık günü Cuma namazı hutbesini dinledikten sonra duyduğu rahatsızlığı bana ileten bir arkadaşımı hatırladım.
Hutbedeki ”Değerlerimizle örtüşmeyen gayr-i meşru tutum ve davranışlar sergilemek bir mümine asla yakışmaz” diyen, “Yeni bir yılın ilk saatlerinin başka kültürlere, başka dünyalara ait yılbaşı eğlenceleriyle israfa dönüştürülmesine” karşı çıkan ifadeden rahatsız olmuştu.
İşin trajik bir başka yanı da ne biliyor musunuz?
Kimlikler açıklandığında muhtemelen daha açık görülecek: Reina katliamında öldürülenlerden çoğu Arap ülkelerinden yeni yılı kutlamak için İstanbul’a gelen turistler.
Yararlılar arasında da öyle, Suudi Arabistan’dan Fas’tan, Ürdün’den gelenler var.
Buradan boşuna Diyanet İşleri Başkanı böyle demeseydi, bu eylem yapılmazdı türü sonuçlar çıkarmaya çalışılmasın; terör eylemine akıl ve vicdan gerekçesi arayacak değilim.
Belli ki Suriye’de IŞİD, El Nusra hedeflerine vuruldukça, Türkiye makas değiştirip uluslararası topluluk ile hareket etmeye başladıkça onlar da eski Suriye siyaseti rahatlığı içinde buralara yerleştirdikleri, buralarda devşirip “uykuya yatırdıkları” militanlarını birer birer uyandırıyorlar.
Ama üzücü olan bu “hak etmişlerdi” havasının yıllarca devlet katında müsamaha gösterilen, hatta el altından teşvik gören siyasetin sonucunda bu şekilde kendisini gösteriyor olmasıdır.
Bugünün işi de değildir. Gazeteci Abdi İpekçi’yi katlettikten sonra Papa’yı öldürmeye kalkışan Mehmet Ali Ağca’dan, gazeteci Hırant Dink’i katleden Ogün Samast’tan kahramanlar uydurmaya çalışan bir kültürün geldiği aşama işte bu.
Yakın zamana dek Fethullahçıların AK Parti iktidarlarıyla ortak zemin arayışının temeli buydu.
Şimdi derin devletin F-Tipi öncesi sahipleri aynı arayış içinde ve maalesef o zemini buluyorlar da.
Toplumu tek tipleştirme gayretine artık son verilmeli.
Giderek daha zehirli, patlamaya daha hazır bir siyasi hava solur olduk ve bunda etnik ve dinsel şovenizmin, tek tipleştirme gayretinin teşvik edilmesi maalesef önemli rol oynuyor.
Bu öyle bir siyasi aygıt ki, gün gelir siyasi hesaplarla onu kullananları da yakar, tarih örnekleriyle dolu.
(*) Başbakan Yıldırım’ın 16:30’daki açıklamasıyla güncellenmiştir.
Paylaş