Paylaş
Evet, Almanya Dışişleri bakanı Frank-Walter Steinmeier, kendisini son dönemde bir değil, iki defa aramış, ama görüşememişti.
“Biz büyük bir ülkeyiz, koskoca Almanya’yız” diye kimsenin “nezaketsizlik” yapamayacağını söyledi Çavuşoğlu: “Dolayısıyla Türkiye'nin bakanı ben ne zaman görüşmek istesem o zaman benimle görüşmek zorunda. Böyle bir şey yok, kusura bakmayın. Biz de burada boş gezmiyoruz, yan gelip yatmıyoruz. Biz de yoğunuz.”
Demek ki Alman Bakan Çavuşoğlu’nun onun uygun olmadığı bir anda aramış ve not bırakıp cevaben aramasını beklemektense, hemen o an görüşmek için hatta boşuna beklemişti.
Ama Türkiye ile Almanya arasındaki krizin nedeni bu değildi Çavuşoğlu’na göre, bunlar halledilirdi.
Sonra Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 6 Kasım’da anlattığını tekrarladı. Erdoğan Almanya Başbakanı Angela Merkel ile son görüşmesinde daha önce iade istedikleri 4 bin kadar dosyanın ne olduğunu sormuş ve “4,500 oldu” cevabını almıştı.
Erdoğan Almanya’nın teröre “yataklık” yaptığını, sonunda “bumerang gibi” dönüp onları da vuracağını söylemişti.
Bunda Almanya’nın silahlı eyleme bizzat katılıp cana kast ettiği kesinleşenler dışındakileri “siyasi suçlu” sayıp iade etmeyeceğini söylemesinin de bu öfkede payı vardı.
Çavuşoğlu’nun bu sözlerinden kısa süre sonra Dışişleri Bakanlığı AB’den gelen Türkiye uyarılarına sert bir cevap verdi; bunlar değersiz ve kabul edilemezdi.
Aslında AB’den bir değil iki açıklama vardı dün Ankara’nın sinirlerini kaldıran.
İlki AB dış ve güvenlik politikaları sorumlusu Federica Mogherini’nin Türkiye’yi “parlamenter demokrasiyi” ve temel hak ve özgürlükleri korumaya çağırmasıydı.
İkincisi de AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker’in vize-göçmen anlaşması olmazsa bunujn Türkiye’nin AB kurallarına uymamasından kaynaklanacağını ve bunu da Türk halkına Erdoğan’ın izah etmek zorunda kalacağı sözleriydi.
Aslında Juncker’in bu sözleri dahi AB liderliğinin şu anda Ankara’ya hâkim olan ruh halini anlamakta yetersiz kaldığını gösteriyor ama bu ruh hali sadece AB ile sınırlı değil, ABD de dâhil.
Nitekim Çavuşoğlu aynı basın toplantısında ABD’yi YPG’ye silah sağladığı için bir kez daha kınadı. Erdoğan daha bir gün önce ABD’nin, içinde YPG’nin de bulunduğu SDG’ye verdiği silahların Türkiye’deki PKK operasyonlarında yakalandığını söylemişti.
Tabii yalnızca bunlar değil Batıyla arayı açan gelişmeler.
Örneğin, idam cezasının geri getirileceği vaatleri var; idam cezasının Avrupa sisteminde zaten yeri yok.
Örneğin, HDP eş-başkanları dahil on milletvekilinin tutuklanmış olması var. Sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Binali Yıldırım değil, MHP lideri Devlet Bahçeli de tutuklamaları Anayasaya aykırı bulan CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na ateş püskürdüler dün.
Örneğin, tutuklu gazeteci ve yazar sayısının en son Cumhuriyet soruşturmasıyla daha da artmış olması var.
Sonra Türkiye’nin ABD’ye nispet verircesine Rusya ile yakınlaşması, Suriye ve Irak konuşması var.
Manzaraya baktığınızda Türkiye’nin demokratik dünya ile başka deyişle Batı ile ipleri kopmak üzere görünüyor. Oysa biraz daha yakından baktığınızda başka saptamalarda bulunmak da mümkün…
Örneğin, Çavuşoğlu yine aynı basın toplantısında (sizlere dün duyurmuş olduğumuz üzere) ABD ile Rakka ve genel olarak IŞİD’e karşı operasyonlar konusunda yeni bir anlaşmaya varıldığını doğruladı.
ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Joe Dunford 6 Kasım’da Ankara’da yapılan görüşmelerde Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’a YPG’nin Rakka harekâtının yalnızca kuşatılması kısmına katılacağı, şehrin alınması, tutulması ve yönetilmesinde Türkiye’yle “uzun dönemli” bir plan içinde işbirliği yapacaklarını söylemişti.
Bu “uzun dönemli” ifadesi, ABD’nin yeni yönetimi ile sınırlı olmayan yeni bir bakışı işaret ediyor gibi.
Üstelik tıpkı Rusya ile olduğu gibi, şu sıra diplomasi hükümet değişikliği ile en az bağlantılı kesin olan askerler üzerinden yürütülüyor.
Yani kamuoyuna yansıtılan ve muhtemelen AK Parti-MHP yakınlaşmasında prim getiren ABD ile iplerin kopma noktasında olduğu görüntüsüne rağmen, sanki yeni bir işbirliği zemini arayışı sürüyor.
AB ile de bütün sert demeçlere karşın diyalog kalanları açık.
Örneğin, Başbakan Yıldırım 7 Kasım gecesi Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz ile son üç gün içindeki ikinci görüşmesini yaptı. Hatta Mogherini’nin tepkiye neden olan açıklamasında dahi diyalogun sürmesi gereği vurgulanıyor.
Peki, o halde Erdoğan ve AK Parti Batı’dan gelen her söze neden bu kadar ters cevap veriyor, adeta ipleri kopma noktasında tutuyor?
Birkaç nedeni sayılabilir.
Birincisi, Erdoğan ve AK Parti, AB ve ABD’nin 15 Temmuz kanlı darbe girişiminin yenilgiye uğratılmasına çok geç ve yetersiz destek vermesini affedemiyor; bu hayal kırıklığının getirdiği bir tepkisellik var.
İkincisi, 15 Temmuz sonrası ruh hali içinde, Fethullah Gülen’in ABD’de yaşaması, PKK’nın AB ülkelerinde serbestçe hareket etmesi, Suriye-YPG gibi konular, Batı’ya tepkinin iç siyasette bir tutkal işlevi görmesine neden oluyor. Batıdan gelen sert açıklamalar, Erdoğan-AK Parti çizgisini zayıflatmıyor, güçlendiriyor.
Üçüncüsü, Türkiye ABD ve AB ile ilişkileri yeni bir zemine oturtmak istiyor. Bu ilişkiler aslında Soğuk Savaş sonrasında yeni zemine oturması gerekirken Irak işgali, PKK gibi nedenlerle güncellenemedi. Artık düzeltilemeyecek kadar karışık halde ve bir “kapatıp açma” gerektiğine inanılıyor. “Avrupalılar böylesinden anlar” anlayışı hâkim şu sıra.
Bir de dördüncüsü olabilir, çok emin değilim, ama dikkate almaya değer: Erdoğan Batılı muhatapları hedeflediği Başkanlık Türkiye’sinde kimin borusunun öteceği konusuna olabildiğince alıştırmak istiyor. Bütün bu tartışmalar bir yönüyle bu değirmene de su taşıyor.
Evet, hayli riskli bir yol ama sürekli “tersleme” siyaseti böyle bir yeni rotayı zorluyor gibi görünüyor.
Paylaş