Dün, 24 Ekim’de sonuçlanan ÇKP 19’uncu Ulusal Kongresi kararları bu endişeyi duyanlara rahat bir nefes aldırdı. Şi Jingpin, 2,300 delegenin oylarıyla 25 kişilik Komünist Parti Merkez Komitesinde iç rakiplerinin sayısını azalttı, müttefiklerinin sayısını artırdı; 1 milyar 400 milyon nüfuslu dev ülke tek parti rejimiyle yönetiliyor ve her türlü muhalefet de parti içinde olup bitiyor.
Şi, Komünist Parti tüzüğü (ve anayasaya) kendi adını rejimin kurucusu Mao Zedung’un yanı sıra yazdırmakla kalmadı, aynı zamanda 2013’te Kazakistan’daki bir konferansta ortaya attığı “Bir kuşak, Bir Yol” projesini yazdırarak resmi siyaseti haline getirdi. Uluslararası yorumculara göre, bu Kongre ile Şi, Mao’dan sonra modern Çin’in en güçlü ikinci yöneticisi gücüne kavuşmuş sayılıyor.
Bu güçle Şi, Çin’e daha dışa dönük bir dış politika ve ekonomik politika izlemesini, küresel bir oyuncu olmasını sağlamaya çalışacak. Bu hamlesi şimdiden Çin’in 1971’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine beşinci Daimi Üye olarak kabul edildiği 1971 ve bir sonraki yıl ABD Başkanı Richard Nixon’u başkent Pekin’de ağırlamasıyla karşılaştırılan bir dışa açılma adımı olarak kabul ediliyor.
Bu hamlede Şi’ye en önemli zemini az önce sözünü ettiğiniz “Bir Kuşak, Bir Yol” siyaseti verecek. Bu siyaset aslında Çin’in alt yapı ve üretim imkânlarını 60 ülkeyle irtibat halinde birleştirecek bir kara ve deniz ticaret yolları sisteminden oluşuyor.
Bu dev projenin bir kısmını oluşturan Yeni İpek Yolu projesinde Türkiye’nin de önemli bir yeri var. Çin’in Xian (Şian) şehrinden çıkan rotanın önemli durakları olarak Urumçi, İstanbul, Moskova, Amsterdan ve Venedik sayılıyor.
Batı yarıküre deniz taşımacılığı rotasının son durağı da Venedik, ama ondan önceki durağı Yunanistan’ın Pire limanı. Malum, Çinliler, son ekonomik krizde Yunanistan’ı n hem Pire hem Selanik limanlarını satın aldı. İlk kez bir Çin savaş gemisinin bu yıl İstanbul limanını ziyaret etmesi rastlantı değil yani; Çin artık aynı zamanda bir Akdeniz gücü olmaya başladığını da göstermek istiyor.
Türkiye’de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Batılı müttefikler ABD ve AB’den bulamadığı yakınlığı Rusya-Çin ekseninden, Şangay İşbirliği Örgütünden bulabileceğini düşünüyor; daha doğrusu bunu sık sık dile getiriyor. Ankara’da devlet yönetiminde ağırlığını giderek artıran bir “Avrasya Lobisi” iddiaları da bu süreçte ortaya çıktı. Her halükarda Çin’in küresel siyaset ve ekonomide ağırlığını artırma siyaseti izlemesi, Türk-Çin işbirliği projelerinin artmasına, bunun dış politikada yankı bulmasına yol açabilir.
Şi’nin yeni Çin siyasetinin uygulanmasında ABD Başkanı Donald Trump ile doğrudan rekabete gireceği, bunun da Kore krizi dahil Pasifik Okyanusu bölgesinde güvenlik politikaları üzerinde etkisinin olacağı şimdiden görülebiliyor. Bu hamleleri de Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile olabildiğince koordinasyon içinde yapacaktır; tabii eski dönemlerdeki Moskova-Pekin çatışmalarını unutmadan.
Durumu tahlil ettiğimizde karşımıza çıkan manzara şu:
- İstanbul Başkonsolosluğunun iki Türk çalışanının tutuklanmasına karşı ABD’nin vize başvurularını durdurması orantısız bir karşılık oldu ve hükümetten hükümete ilişkilerin ötesinde, halklar arası ilişkiyi olumsuz etkileyen bir niteliğe büründü. Bu durumun Amerikalıların hem şikâyet ettiği Türkiye’deki anti-Amerikancı eğilimi artıracağı görülebiliyor.
- Vize krizi, Türkiye-ABD ilişkilerinde son birkaç yıldır biriken sorunların üzerine gelmiş, eklenmiş durumda. Dolayısıyla onlardan ayrı, tek başına çözülmesini beklemek fazla iyimserlik olur. Vizelerde bir rahatlamanın sağlanması için dahi ABD’nin Türkiye’den adım bekleyeceği, hatta mahkemenin alacağı tahliye kararını dahi siyasi geri adım sayarak vizelerde rahatlama sağlayacağı anlaşılıyor.
- Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar, bir terörle mücadele toplantısı için 22 Ekim’de ABD’ye gitti. Ocak 2015’te, henüz Kara Kuvvetleri Komutanı iken ABD’den “Liyakat Lejyonu” madalyası almış olan Akar’ın, ilişkilerin hiç değilse askerden-askere boyutlarında düzelme sağlanması için katkı sağlayabilir mi?
- Her iki ülke yetkililerinin de İncirlik’teki ortak faaliyete son verilmesini konuştuğu bir ortamda böyle bir ilerlemenin siyasi ilişkilere etkili olması belki başka koşullarda beklenebilir. Ancak mevcut koşullarda siyasi ilişkilerin gelişmesi bir yanıyla Suriye-YPG-PKK gibi askeri ilişkilere dokunurken, diğer yanıyla hukuki alana dokunuyor. Fethullah Gülen hakkındaki iade talebi, Reza Zarrab, Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla, Amerikalı rahip Andrew Brunson ve ABD’nin iki Türk çalışanının tutukluluğu ve Zafer Çağlayan ile Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın korumaları aleyhindeki tutuklama kararları bu duruma örnek oluşturuyor.
- Hem Amerikan, hem Türk hükümetleri bu konular açıldığında “Biz bilmeyiz, mahkeme bilir” diyor ve bu durumda tartışma kilitleniyor. Çünkü Batının askeri ittifakı NATO’nun iki önemli ülkesi arasında hükümetler arası güven kalmamış durumda. Her iki taraf da olumlu yönde atacağı bir adımın karşı taraftan yanıtlanmayacağı ve kendisinin taviz verdiğiyle kalacağı kuşkusunu taşıyor.
- Bunların üzerine bir de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsen hedefe konması var ki, durumu daha da karmaşık hale getiriyor. Sadece ABD değil, Avrupa hükümetleri de Erdoğan2ın zayıf yanını buldukları inancıyla Türkiye’deki insan hakları, bağımsız yargı, ifade hürriyeti sorunlarının hemen tamamından şahsen Erdoğan’ı sorumlu tutmaya ve şahsen hücum etmeye başladılar.
- Erdoğan da bu ataklara sorunun kendisini tartışmak yerine saldırıyı bütün millete yapılmış yaygınlığa getirip savunmaya geçmekle yanıt veriyor. Karşı tarafın yapmak istediği de zaten tam olarak bu; ERrdoğan2ı hep savunma konumunda tutmak. Bu da bir kısır döngüye yol açıyor. Oysa Türkiye’de 15 Temmuz darbe girişimi sonrası Olağanüstü Hal koşullarından –güvenlikle doğrudan ilgisi olmayan- bir kısmının dahi rahatlatılması bu saldırıların bir kısmını boşa çıkarabilir.
Öyle ki, eğer Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan aradan geçen bu kadar uyarıya rağmen Gökçek’i yerinde tutmaz ise ya da yerine Başbakan Binali Yıldırım ağırlığında bir aday bulmaz ya da muhalefet ağır bir hata yapmaz ise AK Parti Mart 2019’da Ankara’yı kaybedebilir.
Çünkü ortaya şöyle bir manzara çıkmış durumda.
- Gökçek’in istifa taleplerine karşı üç haftayı geride bırakan duruşu daha çok AK Parti yanlısı medya tarafından “direniş” olarak kötülenmeye başladı. Oysa bu sihirli sözcük, AK Parti içinde direniş potansiyeli taşıyan isimleri açığa çıkardı, bazı isimlerin Gökçek’ten cesaret alarak onun arkasına saklanarak ya da saklanmadan saf tutmasına neden oldu. Gökçek’in yaptığına direniş denip denilmeyeceği tartışılır ama AK Parti bünyesinde Erdoğan’ın “karşı konulamaz olmadığı” izlenimine yol açtığı anlaşılıyor.
- Bu kadar yıpratıcı tartışmadan sonra, Erdoğan Gökçek ile devamın –zayıf ihtimal de olsa siyasette hiçbir şeyin imkânsız olmadığı göz önünde tutularak- bir imkânını bulmadıkça, Gökçek ister istifa etsin, ister ettirilsin, ister İçişleri Bakanı Süleyman Soylu tarafından görevden alınsın, isterse de hapse konulsun, bir daha Erdoğan’ın zaferi için kendini parçalamaz. Mecbur kalırsa “yanındayım” demeci verir, dostlar alışverişte görsün diye ucundan tutar gibi yapar ama eğer karşısında yer almazsa bile Erdoğan için seferber olmaz.
- Gökçek’in Erdoğan ve AK Parti’den özerk, kendi oy tabanı var. Sevsek de sevmesek de görmek zorundayız; Gökçek bazıları gibi kurşun asker değil. Gökçek’in ayak diremesinden sonra sesini yükselten Bursa belediye Başkanı Recep Altepe’ye atfen “Tabanım var, bağımsız aday olsam kazanırım” sözlerinin çıkması da rastlantı değil. Balıkesir Belediye Başkanı Edip Uğur’un “Gitmiyorum, alsınlar” tutumu da.
Çünkü hepsi Erdoğan ve AK Parti öncesinde siyasi geçmişleri ve oy tabanları olan siyasetçiler. Aslında Kadir Topbaş da öyle ve aslında Topbaş’ın kendisine verilen tarihten önce istifasını açıklamış olmasının Erdoğan’ın AK Parti’de lidere sorgusuz biat temizliği için pürüzsüz geçiş oyun planını bozan adım olduğu geriye bakınca anlaşılabiliyor.
Aslında Erdoğan’ın önce AK Parti’yi, sonra Meclis’i ve Türkiye’yi dikensiz gül bahçesi yapma isteğinin belediyelerden arıza çıkaracağı az çok kestirilebilirdi. Çünkü belediye seçimleri Türkiye’deki –görece olarak konuşuyoruz- en demokratik seçimler sayılır. Çünkü –CHP’nin kısmen ön seçim yapmasını kayda geçerek- milletvekili listeleri parti genel merkezleri ve çoğunlukla da liderler tarafından hazırlanır. Seçmenler, genel seçimlerde partiye oy verirler, milletvekili adaylarının çoğunu tanımazlar bile. Oysa belediye seçimleri öyle değildir, seçmen kime oy verdiğini bilir. Şimdi o fark ortaya çıkıyor işte.
Tabii Gökçek’in “direnişiyle” başlayan tartışma, AK Parti açısından başka bakımlardan da yıpratıcı oldu. Şöyle sıralanabilir:
Irak ordusunun Kerkük’ü 16 Ekim’de geri alması ve aynı gün ABD Başkanı Donald Trump’ın Irak hükümeti ve Kürt özerk yönetimi arasındaki savaşta “taraf tutmadığını” açıklamasını bir kez daha ortada bırakılmaktan başka türlü okumak mümkün değil çünkü.
Trump’ın bu açıklaması, Irak’ın tek parça olarak kalmasının ABD’nin stratejik çıkarlarına daha uygun olduğunu gösteriyor. Çünkü aksi takdirde sadece Afganistan’da deneyip ağır başarısızlığa uğradıkları “ulus inşası” hayalini bir kez de Irak’tan koparılmış bir Kürdistan’da zorlamakla kalmayacak Amerikalılar. Türkiye ile ipleri iyice gerip, İran’la yeni bir fay hattı oluşturmakla da kalmayacaklar. Aynı zamanda zaten her türlü komplo teorisini üretmekte mahir olan Arap ülkeleri gözünde İsrail’in yüksek çıkarları için bir Arap ülkesinin parçalanmasına izin vermiş damgasını da yiyecekler.
Irak ordusunun 16 Ekim’de Kerkük’e girişi, Irak özerk yönetiminin başındaki Mesud Barzani’nin tek taraflı aldığı 25 Eylül bağımsızlık referandumu kararında, sadece Türkiye ve İran değil, hemen herkesin itirazına karşın ısrarının sonuçlarından biridir.
Üstelik Kerkük 2005 Anayasasına göre zaten Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) sınırları dışındaydı. IŞİD’in 10 Haziran 2014’de Musul’u (ve bütün kuzeyi bırakıp kaçan Irak ordusu sayesinde) işgalinden hemen sonra KBY peşmergeleri de Kerkük’ü işgal etmişti.
Barzani 2003’teki Amerikan işgalinin yerli işbirlikçisi olmanın ve 2013’ten itibaren de IŞİD’e karşı savaşıyor olmanın mükâfatının “bu defa” Amerikalılar tarafından bağımsızlığının desteklenmesi olarak verileceğini umuyordu. Londra, Berlin ve Paris’te ama özellikle de Washington’da bazı siyasetçiler, düşünce kuruluşu üstatları zaten “bu defa” yarı yolda, ortada bırakılmayacaklarını söylemiyor muydu?
Oysa 3 Ekim’de tedavi gördüğü Almanya’da vefat eden Celal Talabani, 2003’teki işbirliğinin mükâfatını zaten 2005’te Anayasal özerklik ve Bağdat yönetiminde güçlü temsil garantisi ile aldıklarını ve Amerikalılar sayesinde alıp alınabileceğin de zaten bu olduğunu bilecek kadar gerçekçiydi.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül2ün 2009’daki Bağdat ziyaretinde Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Talabani, bunun bilinciyle Kerkük için özel bir statü önermişti. Çünkü Kerkük etnik ve dinsel çeşitlilik bakımından Irak’ın modeli gibiydi.
Talabani’nin Gül’e önerdiği model, Kerkük’e özerk bir yapı ve şehir meclisinde 32-32-32 modeliydi. Yani Araplar, Kürtler ve Türkmenler yüzde 32 oranında temsil edilecek, geri kalan yüzde 4 ise gayrı-Müslim azınlıklara tahsis edilecekti. Gül bu modele peşinen itiraz etmedi, hatta tartışılabilir buluyordu. Ancak 2010’da Arap Baharı, 2011’de Suriye iç savaşı patladı, 2012’de Talabani hastalandı ve o model hayat bulamadı.
Baksanıza, dış siyasette ABD ile AB ile her gün “Muhtaç değiliz” restini çeken, ne ABD Başkanı Donald Trump’a, ne Almanya Şansöylesi Angela Merkel’e eyvallahı olan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan iç siyasette Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek kayasına takılmış görünüyor.
Sabah siyaset muhabirlerinden Zübeyde Yalçın kıdemli parlamento muhabirleri arasında sayılır. Dün yazdığı bir haber siyaset kulislerini dalgalandırdı.
Buna göre AK Parti’nin geçen haftaki Merkez Yürütme Kurulu (MYK) toplantısında Cumhurbaşkanı Erdoğan ile bazı parti yöneticileri arasında AK Partili bazı belediye başkanlarından nasıl en az hasarla kurtulmak gerektiği konusunda farklı fikirler ortaya çıkmıştı.
Sabah haberine göre, Erdoğan’ın Gökçek dâhil istifa etmemekte direnen belediye başkanları için “Gereğini yapmayan olursa, biz yaparız” demesi üzerine kurmayları “Partiden ihraç edersek bağımsız belediye başkanı olarak kalırlar, bu da bize zarar verir” uyarısı üzerine, istifa etmemeleri halinde bu isimlerin İçişleri Bakanlığı tarafından görevden alınmaları seçeneği üzerinde durulmuş. Ama bu da Partili belediye başkanları hakkında soruşturma açılması, örneğin yolsuzluk, görevi kötüye kullanma ve benzeri suçlardan yargı önüne çıkmaları anlamına gelebilecek.
Erdoğan 2014’te Cumhurbaşkanı seçilirken partiyi Abdullah Gül’e değil de kendisine sadık olacağına ve Fethullahçılarla daha iyi mücadele edeceğine inandığı –en azından böyle söylediği- Ahmet Davutoğlu’na bıraktığında artık AK Parti’de asıl ölçünün lidere sadakat olacağı anlaşılmıştı. Davutoğlu’nun bir parti-içi darbeyle Mayıs 2016’da istifaya zorlanarak yerini Binali Yıldırım’a bırakması, 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimi sonrasında 16 Nisan 2017 referandumu ve nihayet 21 Mayıs AK Parti Kongresinde Erdoğan’ın yeniden seçimi partinin de bu ölçüye göre yeniden yapılanmasını gündeme getirdi. Ancak işin göründüğü kadar kolay olmadığı ortaya çıktı: evet, herkesi aday yapan Erdoğan olmuştu ama aradan geçen 15 yılda zaten AK Parti öncesi siyaset hayatı olmayanlar dahi belli bir seçmen tabanı oluşturmuştu.
Erdoğan’ın belediyelerde temizlik harekâtı oyun planını bozan muhtemelen Kadir Topbaş’ın İstanbul Belediye Başkanlığından Erdoğan’ın öngörmediği kadar erken istifası oldu. Bu istifa dikkatlerin Gökçek üzerinde olması gerekenden fazla toplanmasına yol açtı.
Gökçek ile Erdoğan zaten yakın geçmişte Ankara Ticaret Odası seçimleri nedeniyle karşı kaşıya gelmişti; oğlu Osman Gökçek –iddialara göre mantar gibi kurdurulmuş 12,500 yeni şirket desteğiyle aday olmuş ama AK Parti müdahalesiyle seçimi kaybetmişti.
Hükümet yanlısı medya ve troller CHP’lilerden daha keskin bir kampanyayla Gökçek’in istifa edip Erdoğan ve partiyi rahatlatması gerektiğini yazmaya başladı, Erdoğan sert imalardan bulundu, hatta bir soru üzerine “Parti şerefi, şahısların şerefinden üstündür” gibi ağır bir söz ederek Gökçek’i görüşmeye çağırdı ama, Gökçek oralı olmadı.
Tabii ki değiliz, bu ayrı bir konu.
İlginç olan Erdoğan’ın bu tutumunu bir “İkinci İstiklal Savaşına” benzetmiş olması.
Bu durumda Erdoğan kendisini İstiklal Savaşını hem işgalci Yunan, İngiliz, Fransız, İtalyan ordularına, hem de işgalcilerin işbirlikçisi Osmanlı Sultanına bağlı güçlere karşı vermiş olan Mustafa Kemal Atatürk ile karşılaştırmış oluyor. Neticede Atatürk Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, Erdoğan da onikinci cumhurbaşkanı.
Atatürk Türkiye’deki siyasi İslamcılar tarafından pek sevilmez. Gerçi son zamanlarda önce Başbakan Binali Yıldırım, sonra Erdoğan tarafından anılır oldu; bütün kötülüklerin kaynağı görülen İsmet İnönü hedefe konularak bir psiko-politik çözüm bulundu. Ama konumuz bu da değil.
Erdoğan son birkaç yılda yaşanan bazı siyasi gelişmeleri, ülkenin işgal ve iç savaştan bağımsızlığını alarak kurtarılma savaşıyla eşdeğer görüyor.
Bu gelişmeler gerçi hafife alınacak şeyler değil, bir kısmı Türkiye için, bir kısmı Erdoğan ve AK Parti iktidarı için varoluşsal önemde sorunlar.
Erdoğan Haziran 2013 Gezi protestoları; 17-25 Aralık 2013 soruşturmaları; Reza Zarrab’ın Mart 2016’da ABD’de tutuklanması; 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimi ve en son ABD’nin orantısız bir tepki ile İstanbul Başkonsolosluğunda çalışan iki Türkün tutuklanmasına vize işlemlerini durdurarak karşılık vermesi gibi olayları, kendisine ve dolayısıyla Türkiye’ye Fethullah Gülen üzerinden açılmış savaş olarak görüyor. (O çerçevede Erdoğan’ın önceki gün ABD İstanbul Başkonsolosluğunda kaçakçılık ve diğer yasal konularda görevli olduğu anlaşılan Metin Topuz’un durumundan söz ederken konuyu -adını vermeden- “vatandaşım iki yıla yakındır tutuklu” diyerek Reza Zarrab’ın itirafçı yapılmak istenmesine getirmesi dikkat çekiciydi. Bu konuda Erdoğan’dan yeni beyanlar gelirse şaşırmamak gerekiyor.)
Tabi bir de bunun üzerine ABD’nin 2014 Kobani’den bu yana PKK ile Suriye’deki IŞİD’e karşı işbirliği yapması, PKK milis gücünü adeta düzenli ordu haline getirmesi, Washington ziyareti sırasında PKK yanlısı gösteri yapan grubu zor kullanarak dağıtan korumalar hakkında tutuklama emri çıkartması gibi gelişmeler var.
ABD İstanbul Başkonsolosluğunun bir Türk çalışanının Fethullahçı gizli örgüt üyeliği suçlamasıyla tutuklanması ile başlayan kriz, önce ABD, sonra Türkiye'nin vize işlemlerini durdurması ile tırmanmıştı. Krizin tepe noktasında 10 Ekim akşamı Büyükelçi John Bass'ın Çankaya'daki Büyükelçilik konutunda verdiği veda daveti vardı.
Davete ne hükümet, ne muhalefet kanadından her hangi bir siyasi, ne bir bürokrat, ne de bir general katılmıştı; tıpkı vize işlemlerinin durdurulması gibi bu da ilk defa görülüyordu.
Çünkü daha bir kaç saat önce Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ABD Büyükelçisine veda ziyareti için randevu vermediğini ilan edip ayrıca adeta bombardımana tutmuştu.
Eğer bu kararı Bass kafasına göre aldıysa, hemen geri çekilmeliydi. Yok eğer bu Donald Trump yönetiminin kararıysa o zaman artık o yönetimle konuşacağı bir şey olamazdı.
Bu aslında hem Trump ile bir telefon temasına dolaylı çağrı yapan, hem de suçun zaten Afganistan'a tayini çıkan büyükelçiye yıkılarak iki ülke ilişkilerinin üzerine daha çok yük binmemesini sağlamayı amaçlayan bir hamleydi.
Ama beklendiği gibi olmadı.
Washington bir kaç saat gecikmeyle de olsa büyükelçisine sahip çıktı. Bass'ın davetinin bitmesinden bir saat kadar sonra Amerikan Dışişleri sözcüsü vize işlemlerini donduran kararın büyükelçi Bass'ın kafasına göre değil, yönetimin iradesi doğrultusunda alındığını söyledi.
Türk halkını olduğu gibi karşısına alan bu kararın Türkiye'nin (belki İncirlik dahil) her türlü misillemesi ihtimaline karşın alındığını vurgulamak için de Ulusal Güvenlik Danışmanlığı konuya dahil edilmişti.
Bu her büyükelçi için acı verici bir durumdu, istenmeyen adam ilan edilmekten bir önceki adımdı. Büyükelçi de burukluğunu yaptığı kısa konuşmada gizlemedi, yaşadığı zorluklara karşın Türkiye'yi, Türk halkını çok sevdiğini "herkes için daha iyi koşullarda" yeniden gelmek isteyeceğini söyledi.
Ama zaten Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın bir kaç saat önce Belgrad'dan söylediği sözlerden sonra devlet erkanının katılması da beklenmiyordu.
Erdoğan, Büyükelçiye veda randevusu vermediğini, kimsenin de vermeyeceğini söylemişti.
Aslında Büyükelçi Bass veda ziyaretleri turuna geçen hafta başlamış, 2 Ekim'de Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, 4 Ekim'de Başbakan Binali Yıldırım tarafından kabul edilmişti.
Bu görüşmeler sırasında (1 Ekim'den bu yana) gözaltında bulunan ABD İstanbul Başkonsolosluğu çalışanı Metin Topuz, Bass'ın Yıldırım'a veda edişinden bir kaç saat sonra tutuklandı.
Konu Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu'nun 7 Ekim cumartesi günü Amerikalı mevkidaşı Rex Tillerson ile Afyonkarahisar'daki AK Parti kampından yaptığı telefon görüşmesinde bu konunun hangi detayda ele alındığını bilmiyoruz; Cumhurbaşkanına açıklandıysa da kamuoyuna açıklanmadı. Ama hemen ertesi gün, 8 Ekim pazar günü ABD Büyükelçiliği vize başvurularının dondurulduğunu ilan etti.
Gerisini biliyoruz, ayrıntısına girmeyeceğim.
Ama Cumhurbaşkanının dünkü sözleri sertti. Büyükelçi bunu kafasına göre yaptıysa hemen görevden alınması gerekeceğini vurgulayan Erdoğan, yok bu Washington'un kararıysa da artık Amerika'daki Donald Trump yönetimiyle konuşacak bir şey kalmadığını söylüyordu.