ABD henüz yeni sayılırdı ve henüz bölgemizin siyasetinde asli aktör değildi. Asli aktörler, kara imparatorluklarının yerini alan deniz-aşırı imparatorlukların sahibi İngiltere ve Fransa idi, karşılarında da Almanya vardı ve hepsinin de gözü Orta Doğu ve Kafkaslarda yeni keşfedilen petrol yataklarındaydı; ekonomik büyümeyi sürdürmek için yeni enerji kaynakları elzemdi.
Bu arada modern zamanların en büyük sosyal mühendislik projesi olan Sovyetler Birliği önce yükselmiş, sonra çökmüştü. Ama Rusya yaşıyordu. Kurulduğunda Avrupa güçlerinin pek ömür biçmediği Türkiye Cumhuriyeti direnç gösterip yaşamakla kalmamış, petrolü ve gazı olmadığı halde bölgenin en güçlü ekonomileri arasına girmişti. Rusya ve Türkiye gibi, bölgede devlet geleneğine sahip bir başka ülke, İran da (belki de Şahlığın sonunun fazla geç gelmiş olması nedeniyle) geçirdiği ağır İslam Devrimi travmasına rağmen ayakta. Mısır ve Yunanistan da binlerce yıldır olduğu gibi ayakta kaldı. Ama zorlamayla kurulmuş Yugoslavya ve Çekoslovakya dayanamadı örneğin.
Yüz yıl kadar sonra belki dijital çağın şafağındayız ama henüz petrol çağının günbatımında değiliz; petrol ve gaz yatakları hala siyasi önem taşıyor.
Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasıyla İngiliz ve Fransız mandası altında kurulmuş Irak ve Suriye, yüz yıl kadar sonra (ABD ve Rusya gibi) küresel ve (Türkiye, İran ve Suudi Arabistan gibi) bölgesel güçlerin zorlamasıyla kağıt üzerindeki bütünlüklerini sürdürebiliyorlar. Her ikisinin de petrolü, gazı var ama petrol ve gaz tek başına devlet yönetimine yetmiyor.
İsrail bugünkü haliyle bölgede yeni bir ülke (1948) sayılsa da binlerce yıldır bu bölgenin yerlisi olan bir yönetim kültürüne sahip; diğerlerinden farkı da o. ABD’den aldığı oransız destek sayesinde de bölgedeki iktidar oyununun içine dibine kadar dalmış durumda.
Suriye ve Irak’ta ise akıl almaz bir iktidar boşluğu bulunuyor. Irak’ta Haydar Abadi hükümeti ve ülkeyi bir büyün olarak çökmekten alıkoyan şey ABD (ve şu işe bakın ki İran’ın) desteği. Aynı şeyi Suriye’de Rusya (ve yine İran) desteğiyle varlığını sürdürebilen Beşar Esad rejimi için söyleyebiliriz.
Tıpkı doğa kanunlarında olduğu gibi siyaset kanunları da boşluktan hoşlanmaz, boşluklar çevreleyen güçler tarafından doldurulur. Suriye ve Irak’ın etrafında siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel bakımdan genişleme potansiyeli bulunan dört devlet var: Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve İsrail.
Ancak bu defa devletlerden önce devlet-dışı aktörler harekete geçti; bu yüz yıl önceki koşullara göre bir önemli farklılık daha demek. El Kaide’nin izinden giden IŞİD bu iktidar boşluğunu fırsat bilim kendi devletliğini ilan etti. Neyse ki çekilen almaz insani cefanın pahasına, neredeyse bütün dünyanın güç birliğiyle IŞİD projesinin tutmayacağı anlaşıldı.
Bir başka değişiklik de Filistin’de. Katar’ın Suudi Arabistan karşısında geri adım atmasıyla Mısır devreye girdi ve Hamas da El Fetih karşısında geri adım attı. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu koşullar altında MGK toplantısını öne çekti; olağanüstü gelişmeler yaşanıyor.
Türkiye, Rusya ve İranlı diplomatlar 15 Eylül günü Suriye iç savaşındaki çatışmasızlık bölgelerine bir yenisini eklemek üzere anlaştı.
Anlaşma öneliydi, Hatay’a yakın mesafede bulunan Suriye şehri İdlib’i ilgilendiriyordu. Buna göre her üç ülke de 500’er asker görevlendirerek İdlib’teki ateşkese uyulmasını sağlayacak, ihlalleri denetleyecekti.
Peki, Türkiye dâhil bu üç ülkenin askerleri kimler arasındaki ateşkese uyulmasını sağlayacak? Dışişleri Bakanlığının yazılı açıklaması aynen şunu söylüyor:
- “Gözlemci kuvvetlerin asli görevi, rejim ve muhalefet arasında çatışma yaşanmasını engellemek ve olabilecek ateşkes ihlallerini izlemek olarak tanımlanmıştır.”
Yani yakın zaman öncesine dek Beşar Esad’ın devrilmesi için Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) başta olmak üzere muhalif güçlere siyasi ve askeri yardım yapan Ankara, şu anda muhalif güçlerin Esad güçlerine saldırmamasını sağlamak üzere taahhüt altına girmiş bulunuyor.
Amaç güçleri IŞİD ve El Kaide terörizmine karşı birleştirmek olarak açıklanıyor, bu da olumlu.
Bu siyaset değişimini kınıyor değilim, sadece saptıyor ve geç kalmış bir gelişme sayıyorum, tıpkı Suriye sınırının her türlü terör eylemi için yolgeçen hanı olmaktan çıkarılması gibi. Ne yazık ki bazen nasihat değil, musibet gerekiyor.
Çelik 26 Eylül 2011’de Yargıtay’a Fethullahçı hâkimlerin hâkim olmaya başladığını ve bunların da davalarda “blok oy” kullandığını söyleyerek “Yargı bitti” iddiasıyla istifa etmişti. Televizyon programlarında da sık sık Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Ne istediler de vermedik” sözünü iddiasına kanıt olarak kullanıyordu.
Kılıçdaroğlu gözaltını “Demokrasi adına yüz karası” sözleriyle protesto etti; “Akıl tutulması” dedi.
Başbakan Binali Yıldırım ise “Bu yargının bir işidir” dedi; “Dosyanın içeriği nedir bilmediğimiz için daha fazla değerlendirme doğru olmaz.”
Doğrusu hükümetin İstanbul savcılığına talimat verip CHP’li avukatı gözaltına aldırdığını Kılıçdaroğlu da söylemedi, böyle bir kanıt da yok.
Öte yandan Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Yıldırım ve diğer hükümet üyeleri bir süredir Türkiye cumhuriyetinin kurucu partisi CHP’yi “yerli ve milli” olmamakla, “teröristlerle” aynı dili kullanmakla suçluyorlar; medyanın belli bir kesiminin de katkısıyla böyle bir algı oluşturulmak isteniyor.
Terörist derken şu günlerde kasıt yasa dışı Fethullahçı örgütlenme ve PKK.
Örneğin insan hakları ve hukuk konularına özel olarak eğilen CHP’li Sezgin Tanrıkulu, bir PKK operasyonu sırasında PKK militanları değil silahsız sivillerin mi vurulduğu iddiasını gündeme getirdiği için hedefe konmuş durumda. Tanrıkulu ve onu neden susturmadığı üzerine Kılıçdaroğlu hakkında ciddi bir AK Parti kampanyası devam ediyor. Medyadaki malum bazı isimler tarafından adeta hedef yapılan Tanrıkulu’nun Kürt kökenli olması da vurgulanarak CHP’yi HDP çizgisine çektiğini iddiası ortaya atılıyor. Böylece CHP içindeki bazı fay hatları da hareketlendirilmek isteniyor.
Bir CHP milletvekili, Enis Berberoğlu ise zaten 25 yıl hapse çarptırılmış vaziyette cezaevinde.
Hiç mi vicdan, utanma, insanlık kalmadı? Biraz utanma ve vicdan sahibi herkesin tüylerini diken diken etmiş olması lazım; HDP’li Aysel Tuğluk’un vefat eden annesi Hatun Tuğluk’un cenazesine yapılan ırkçı saldırıdan söz ediyorum.
Aysel Tuğluk, tutulduğu hapisten bu cenaze için izin alıp getirilmiş, bütün bu acıyı katmerli yaşadı ne yazık ki.
78 yaşında vefat eden Hatun Tuğluk’un cenazesi Ankara’nın Gölbaşı kabristanına bu vicdansız zorbalık nedeniyle gömülemeyince, memleketi Tunceli’ye götürülüp dün defnedildi.
Ne kadar utanç verici bir durum…
Ne İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun bir süre sonra olay yerine gidişi, saldırıyı kınaması, ne hükümet sözcüsü Bekir Bozdağ’ın net biçimde saldırıyı kınaması, ne sözcüsü İbrahim Kalın’ın Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan adına saldırıyı lanetlemesi bu acı ve utancı azaltmıyor.
Bu tepkiyi göstermemiş olsalardı bir de onun acısı eklenmiş olacaktı, yapmaları azaltmadı ne yazık ki.
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Aysel Tuğluk’u aramış, başsağlığı ve üzüntülerini iletmek için, hükümeti de saldırganları hemen yakalayıp adalete teslim etmeye çağırmış.
HDP’li Osman Baydemir ise saldırının başlamasıyla polisin kabristana gelmesi arasında 1-1,5 saat olduğunu öne sürüyor. Saldırganlar gerekçe cenazeyi –insan söylerken içi kalkıyor- topraktan kazıp çıkartmak için kepçeli bir traktör de getirmişler, örgütlü bir tepki yani, “vatandaşın infiali” filan kılığına sokulacak bir şey değil.
Özellikle İstanbul her geçen gün yeni sanat ve kültür etkinliklerine sahne oluyor.
Büyük çaplı etkinlikler 11 Eylül’de Sabancı Müzesinde açılan Çinli sanatçı Ai Weiwei sergisiyle başladı. Porselene bambaşka, güncel bir anlam katan eserlerinden bazıları insanı alt üst ediyor, hayranlıkla karışık aklını uçuruyor; Ocak sonuna dek açık ve yapabilirseniz yolunuzu düşürmeye çalışın derim.
12 Eylül’de “İyi Bir Komşu” başlığını taşıyan 15’inci İstanbul Bienali, Fransız Başkonsolosluğu bahçesindeki bir törenle başladı. İstanbul Kültür ve Sanat Festivali (İKSV) tarafından düzenlenen Bienalin küratörlüğünü Michael Elmgreen ve Ingar Dradset ikilisi yapıyor. Istanbul’un birbirine yürüme mesafesinde altı mekânında 12 Kasım’a kadar ücretsiz olarak izlenebilecek.
Aynı gün bir süredir kentsel dönüşüm projeleri gerekçesiyle bitmek bilmeyen yol ve inşaat çalışmaları nedeniyle ıssızlaşan İstiklal caddesine yeni bir hayat öpücüğü vermeye aday bir kültür merkezinin açılışı vardı. Bir süredir tadilatta olan Yapı Kredi yayınları binası önündeki tahta perdeler (“Sarmal” isimli karma resim sergisiyle birlikte) kalkınca, dört katlı modern bir yapı ortaya çıktı. İçinde yalnızca kitapçı değil, kütüphane, toplantı ve sergi alanları var.
Ancak Amerika’ya gelmeden önce Almanya ile durumu serinkanlılıkla tahlil etmek gerekiyor.
Almanya, özellikle ABD’den doğrudan silah yardımı döneminin kapandığı 1980’lerden itibaren Türkiye’nin silah alımı ve ortak yapımında temel kaynaklarından biri haline geldi. Deniz kuvvetleri için firkateyn ve denizaltı yapımından ana muharebe tankı alımına, oradan güvenlik güçleri için otomatik silah alımı ve lisans altında üretimine dek önemli ortaklıklar devam ediyor. Hatta milli tank Altay’ın motorunun dahi Alman Leopard tanklarından, yine lisans altında teknoloji transferi yoluyla yapılması planlanıyor.
Bu adımların Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı gerek olağanüstü hal, gerekse (zaten topu mahkemelere attığı) Alman vatandaşlarının serbest kalması konusunda zorlayacağı bekleniyorsa, ters tepme ihtimalinin daha fazla olduğu söylenmeli. Üstelik bu durum Türkiye’nin ve dolayısıyla NATO’nun savunma ve caydırıcılık imkân ve kabiliyetlerini, keza Türkiye’nin IŞİD dâhil terörle mücadelesini zayıflatma ve örneğin Orta Doğu’dan Avrupa’ya göç ile mücadele konusunda işbirliğinden vazgeçirme ihtimaline sahip.
Merkel hükümetinin Türkiye’yi Kuzey Kore ve Rusya ile aynı seyahat kategorisine almayı tartıştığı da basına yansıyor, ama bu konuda henüz açıklama yok.
Ama benzeri tartışmalar ABD’de de yapılıyor.
Amerikan Senatosu Dış İlişkiler Komitesi’nin 6 Eylül günkü oturumunun konusu “ABD-Türkiye İlişkilerinde Öncelikler ve Zorluklar” idi.
Oturumda ilk sunumu New York merkezli Dış İlişkiler Konseyi’nden Türkiye ve Orta Doğu uzmanı Steven Cook yaptı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı “otoriter rejim kurmaya çalışmakla” suçladı, kendisi dâhil bazı Amerikalıların hedef alındığını hatta kendisinin bir kere Washington’daki Türk Büyükelçiliği adli danışmanı tarafından asansörde sıkıştırılarak taciz edildiğini öne sürdü.
Cook’a göre başka ülkelerde işe yarayan “özel konuşmalarda sert eleştirip, halkın karşısında kayırma” diye özetlenebilecek diplomasi taktiği Türkiye’de işe yaramıyordu. Oysa 2015 yılında Rus uçağının düşürülmesi sonrasında Rusya’nın Türkiye’ye uyguladığı yaptırımların Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tutum değiştirmesiyle sonuçlanmasından örnek alınabilirdi.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 9 Eylül’de Astana’dan yaptığı telefon görüşmesi ile BM Genel Kurulu sırasında ABD Başkanı Donald Trump ile görüşmesi kesinleşti.
Gerçi henüz yeri ve zamanı açıklanmadı ama görüşme yapılacağının açıklanması önemli bir belirsizliği ortadan kaldırdı.
Cumhurbaşkanı da 10 Eylül’de Astana dönüşünde uçaktaki gazetecilere Trump ile görüşmesinde bütün konuların ele alınacağını olumlu bir tonda söyledi. Bu da iyi bir şey; konuşmak her zaman çatışmaktan iyidir.
Bunu söylemekle birlikte Trump ile konuşunca mevcut sorunların hemen çözülmesini beklemenin gerçekçi olmadığını eklemek lazım.
Bunun iki temel nedeni var.
Birincisi, dünkü Bakanlar Kurulu ardından Hükümet Sözcüsü Bekir Bozdağ’ın da uzun uzun anlattığı gibi, Fethullah Gülen örgütü elindeki bütün imkânları Türkiye’nin ABD ve Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerini seferber etmiş bulunuyor. Bunu görünüşte yalnızca Erdoğan’ı hedefe koyuyormuş gibi yapıyorlar ve Erdoğan’ın zaten Batı’daki mevcut imajı üzerine oynayarak aslında Türkiye’nin ilişkilerini baltalıyorlar; adeta “Bana yar olmayanı kimseye yar etmem” türü bir mantık.
Fethullahçıların seferber ettiği ilişkiler arasında son yirmi yıldır sivil toplum kuruluşlarıyla kurduğu ilişkiler de bulunuyor; bunların arasında hukukçular, siyasetçiler, kilit mevkideki bürokratlar var.
İşin acı yanı, Fethullahçıların bu ilişkileri kurup yaygınlaşmasında en büyük pay sahibinin de (2012-2013 yıllarına dek) Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde AK Parti hükümetleri olması.
İki gün önce HDP eş-genel başkanı Selahattin Demirtaş’tan, benimle beraber yüzlerce meslektaşıma gönderildiği anlaşılan bir mektup aldım. Demirtaş, malum gözaltına alındığı 4 Kasım 2016’dan bu yana, on aydan fazladır tutuklu, halen Edirne cezaevinde ve henüz mahkeme önüne çıkarılmadı.
Ne zaman çıkarılacağı da belli değil. Şimdiye dek iki mahkeme, savcılar tarafından önemli kısmı Meclis’te ve Meclis dışındaki konuşmalarıyla terör örgütüne yardımcı olmakla suçlanan Demirtaş’ın dosyasına bakmayı reddetti.
Demirtaş mektubunda “zaten yargılayamazlar” demeye getiriyor. Buna gerekçe olarak da 20 Mayıs 2016’da Meclis’teki oylamayla değiştirilen Anayasanın milletvekili dokunulmazlıklarıyla ilgili 83’üncü maddesini gösteriyor. Mektubunda, Meclis oylamasında dokunulmazlıkların o tarihe dek olan soruşturmalar için kaldırıldığını, sonrası için olduğu gibi devam etmesine karar verildiğini, bunun da “vahim bir hata” olduğunu, çünkü şu anda kendisinin ve diğer (şu anda dokuz) HDP milletvekillerinin tutuklu oldukları halde dokunulmazlığa sahip bulunduklarını yazmış.
Muhtemelen yargıç karşısına çıktığında yapacağı savunmanın parçası izlenimi veren mektubunda “Tutuklanmamız yargının değil, siyasetçilerin ihtiyacına binaen yapılmıştır” demiş Demirtaş; “Bizleri FETÖ yargısının önüne attılar”.
Yargının neredeyse üçte birinin terörle bağlantı suçlamasıyla meslekten çıkarılmasının toplumda yargıya güveni zedelediğini Adli Yıl açış konuşmasında Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit de söylemişti hatırlayacaksınız. Bunun öncesinde de Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün son Kanun Hükmünde Kararname ile askeri savcı ve hâkimlerin sivil mahkemelerde görevlendirmesini, mahkemelerin adalet dağıtmakta yetersiz kalışıyla ile izahı vardı.
Soruşturma açılmış vekillerin dokunulmazlığının kaldırılması önce Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından ortaya atılmıştı. Ancak Meclis oylamasında AK Parti’nin yanı sıra MHP ve CHP de destek olmuştu.
Kaderin ve siyasetin cilvesi olarak, yargılanıp hakkında mahkûmiyet kararı verilen vekil de CHP’li Enis Berberoğlu oldu. Berberoğlu’nun Suriye’ye giden askeri yardım hakkında (aslında büyük kısmı daha önce yayınlanmış ama sonradan yasaklanmış) bazı bilgileri Cumhuriyet gazetesine verdiğini iddia ediyordu savcı ve bu nedenle mahkeme de onu terör örgütüne yardım ve casusluk gibi ağır bir kararla 25 yıla mahkûm etti. Berberoğlu’nun aynı gün, 14 Haziran’da hapse konması CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun ertesi gün 25 gün ve 450 km sürecek Ankara-İstanbul “Adalet Yürüyüşüne” başlamasını tetikledi. Hem yürüyüşte hem de sonraki “Adalet Kurultayında” Kılıçdaroğlu adaletsizliği Türkiye’nin en büyük sorunu ilan etti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın CHP’ye teröristlerle aynı çizgide olduğu, hatta Mustafa Kemal Atatürk tarafından Kurtuluş Savaşının bitiminde kurulmuş CHP’nin “yerli ve milli olmadığı” suçlamalarında bulunması bu süreçte başladı. (Bu arada, CHP’nin kendisine kuruluş tarihi olarak aldığı 9 Eylül İzmir’in Kurtuluşu törenlerinde, Başbakan Binali Yıldırım’ın mevcudiyetinde Mustafa Kemal-Tayyip Erdoğan sloganlarının birbirine karşı atılması iyi bir gelişme olmadı; konumuz değil ama geçerken kaydetmek gerekiyor.)