Paylaş
Yazıyor, çiziyor, türlü güzellemeler, övgüler diziyor. ‘O’ deniyor, ‘memleketin aynasıydı’ deniyor. Bize gülmeyi öğretti, iç sesimizdi, halkın sanatçısıydı, memleketin gülen adamıydı deniyor. Mirası gülücükleriydi deniyor. Trend topic oluyor sosyal medyada. En nihayetinde geldiğimiz son söz ‘özlüyoruz’ oluyor her seferinde. Bebekler koca adam oluyor, anne-babalar torun torba sahibi oluyor ve bir sanatçı için hala ‘özlüyoruz’ denebiliyor. Alemleri yaratan Rabbim pek az insana böylesi bir güzellik nasip ediyor işte. Gittikten sonra, göçtükten sonra hala aynı canlılıkta atıyor kalpler onun için. İzliyoruz, gülüyoruz ama biz neden bir ‘Kemal Sunal’ olmayı beceremiyoruz ?
Sadece güldürmesin, düşündürsün de
Kanal D’nin genç bir muhabiriyken henüz, evinin önünden günlerce yayın yapmıştım vefatının ardından. Geleni gideni, soranı, ağlayanı, sızlayanı, kalabalığı bambaşkaydı onun. Böylesi bir ‘ölüm güzelliği’ni bir de Barış Manço’nun gidişinde görmüştüm. Zorlamadan akan ve durdurulamayan gözyaşları, en kalpten edilen, amin denilen dualar, hep bir ağızdan mekanı cennet olsunlar, yakılan ağıtlar, gülmelere karışan ağlamalar… Bu memleketin başına belki de nadir gelen iyiliklerden, güzelliklerden biriydi Kemal Sunal. Birleştiren güçlü bir tutkaldı. Bilirdin onun olduğu yerde savaş olmaz, kavga-gürültü, kötülük olmazdı. Peki bunca terbiyesizlik, nezaketsizlik, saygısızlık kol geziyorken neden biz bir Kemal Sunal olmayı denemiyoruz ? Neden bu kadar ayrışmalarımıza rağmen vatan gibi, bayrak gibi bizi, bu toplumu birleştirebilen Kemal Sunal olamıyoruz? Yeri geldiğinde bir Zübük, kurnaz bir Şaban, Propaganda’da ki Mehdi olabiliyoruz da neden gerçekten Kemal Sunal’e yer bulamıyoruz kalbimizde. Neden siyasetçisi, yazanı, çizeni, sanatçısı, trolü, yöneticisi Kemal Sunal olmayı bir türlü beceremiyor ? Sadece gülüşünü, güldürüşünü hatırlayıp sonrada özlüyoruz demek kafi değildir ki! İşte o yüzdendir ki bu memleketi, dünyayı kurtaracak formül gayet basittir. O da ‘Kemal Sunal’ olabilmektir
Çölde bir vaha; Başka Sinema
Hafta sonu sıcaklardan fena halde bunalmış, derdime çareler ararken ‘bi sinema yapma’ fikri fazlasıyla cazip geldi. Gün içinde, bomboş bir salon ve ben. Ve fakat aman Allahım! Filmler öylesine gişe kokuyor ki n’apmalı n’etmeli derken Lady Macbeth bir elmas gibi parladı gözüme. Benim gibi Emek, Alcatraz, Beyoğlu Sinemaları ekolünden geliyorsanız AVM içindeki sinemalardan pek hazzetmeyebilirsiniz ama Akmerkez içindeki Cinema Pink’in 8. Salonu, Başka Sinema’da gösterilen filmleri görünce ayağınız ister istemez oraya gidiyor. Çöl ortasında bir vaha gibi. Zira festivallik, sanat kokan, şahane filmleri izleyip o bol efektli, gişe filmlerine mahkum kalmıyorsunuz. Tam anlamıyla eşsiz. Sanata olan duyarlılıklarını kutlamak gerek. Gelelim filme…
Lady Macbeht ve ruh halimiz!
Shakespeare’in tragedyasıyla doğrudan bağlantısı olmayan bir film Lady Macbeth. 1800’lerin ikinci yarısında İngiltere’de geçiyor ama bizim hayatımızda da yer alan şahane detaylar mevcut. Şöyle ki; kırsalda bir köylü kızı –ki Florence Pugh harika oynuyor- babasının zoruyla dönem zengini bir adamın kendisinden yaşça büyük oğluyla evlendirilir. Mutsuz ötesi bir evlilik, yaşanamayan cinsellik, gösterilmeyen şefkat. Sıkıcılığın dik alası anlayacağınız. Bu arada tarlalarında çalışan Sebastian’la da tutkulu ötesi bir yasak aşk yaşamaya başlar. Bu aşkı sürdürmek için katlanılan zor durumlar ve en önemlisi de işlenen cinayetler. Bizim haber bültenlerini, üçüncü sayfaları geçtim, televizyonların sabah kuşağında bile boy boy gösterilen cinayet hikayelerine o kadar çok benziyor ki filmde gördüklerimiz , koltuğumuzdan zıplatması gereken ‘öldürme fikirleri’ salondaki bizlere fazlasıyla tanıdık geldi. Onu bırak, kimi sahnelere kahkahalarla bile güldük. Soğukkanlıca işlenen bol cinayetli bir gerilim filminden bahsediyorum. İzlerken, ‘acaba bizler mi fazlasıyla kanıksadık bu tür cinayet haberlerini ki tepkimiz insansı olamıyor’ dedim kendime. E geçtiğimiz iki yılda memlekette yaşananlara bakınca bir de cinayet ve cinnet haberlerine doyunca kanıksamıyoruz elbette olanı biteni, sıradan geliyor. Aslında bi’ baktırmamız gerek ruhumuza galiba! Bi’ izleyin derim.
Şimdi caz yapma zamanı
İstanbul’un geleneği Caz Festivali nihayet başlıyor. 24. sü üstelik bu yıl. Tatillerimi festival tarihine göre ayarladığım zamanlar geliyor da aklıma epey bir duygulanıyorum. Neden ? E günümüze taşıyabildiğimiz o kadar az sanat kalp atışlarımız kalmış ki aslında. Bir sanat, entelektüel birikim caddesi olması gereken İstiklal Caddesi’nin peşmürde ve bakımsız ve çölleşmiş hali ortadayken, başka başka ülkelerin insanın gelişmesi için sanatı nasıl da desteklediğine tanık oldukça üzülüyoruz elbette. Henüz İKSV Luvr Apartmanı’ndayken koşarak festival kartlarını almaya gittiğim zamanlardan bugünlere epey zaman geçti elbette. Ve ne güzel ki Caz Festivali aynı coşkusuyla devam ediyor. Daha da iyi olması için konserlere bol bol gitmek gerek. Ruhu dinlendirmek ve hatta coşturmak pek tabii ki de yenilenmek için… 21 Temmuz’a kadar festival sürüyor. Bilginiz olsun.
Paylaş