Bir de dün İspanya’yı devirmesiyle finale uzanan yolda Ruslar daha bir coşkulu şimdilerde doğal olarak. Geçtiğimiz günlerde ziyaret ettiğim St.Petesburg’ta bu müthiş heyecan fazlasıyla hissediliyordu. Ruslar’ın şampiyonayı sahiplenmesi bir yana, düzenlenen sokak organizasyonları, birbirinden ilginç cadde şovları, dev ekranda izlenen maçlar, dünyanın dört bir yanından buraya akan turistler için de son derece güzel bir izlenim bırakıyor. Bir nevi gönül bağı kuruyor turist, bu kentle ve insanıyla. E bu da ‘ben birkaç kez daha gelirim buralara, uluslararası ortamlarda laf söyletmem bu memlekete’ demek oluyor ki özellikle bizim ülkenin en çok ihtiyaç duyduğu işte bu gönüllü PR çalışması.
Yani şehirlerde gönülleri hoş edecek atraksiyonlar düşünmek ve hayata geçirmek gerek. Kaldırımları kurumuş, meydanları sadece kalabalık olan kentler son derece can sıkıcı, onca yolu kat ederek gelip dolaşan turistler için. Benim St. Petersburg ’a gidişimde sıkı karşılaşmalar vardı elbette ama ben sadece futbola odaklanmadım burada. Kentin ta kendisine tav oldum arkadaş. Şöyle ki!
Gazprom ’un dev kulesini Türkler yaptı
Koskocaman Rusya haritasının batı ucundaki bir anahtar ya da bir kilit kent burası. Rusya’nın ikinci, Avrupa’nın dördüncü büyük kenti. Kente Finlandiya Körfezi’nden tatilbudur.com’un ortak çalıştığı Costa Magica cruise gemisi ile girdiğimiz için ilk gördüğüm devasa bir yapı oldu. Son derece modern, son derece büyük bir yapı. Zaten Avrupa’nın da en uzun gökdeleni. 462 metre. Adı Lakhta Center.
Bu Gazprom’un merkez binası. İnşa eden bir Türk firma. Rönesans İnşaat. Son derece gururlandım bunu duyunca. Helal olsun. Tarihin nakış nakış işlendiği kentin uzağına böylesi modern bir dokunuş son derece güzel açıkçası. Kentse dediğim gibi son derece ihtişamlı. Hem de cadde cadde sokak sokak. Hiç boş bir gereksizlik yok.
Baltık Başkentleri’ne uzandığım geçtiğimiz hafta hayatımın en ilginç ve kayda değer zamanlarını yaşadım desem yeridir. Yıllar önce bir kış günü gidip görme fırsatı bulduğum İsveç’in başkenti Stockholm bu eşsiz seyahatteki ilk durağımdı. 13.yüzyıldan bu yana İskandinavya’nın siyaset, ekonomi ve kültür merkezi burası. Gerçi Kopenhag da ‘bu yarışta ben de varım’ diyor ama Stockholm’ün yeri başka. İsveç kafasını her zaman çok sevmiş ve kendime yakın bulmuşumdur.
Tatilbudur.com’un organize ettiği “Ünlülerle Geziyorum” Turu’nun başını bu kez çok değerli gezgin kardeşim Serkan Ercan çekti. Kendisini ekranlardan ve elbette ki İZ TV’de yaptığı o şahane seyahat programlardan biliyoruz. Baltıklar’ı böylesi süper bir organizasyonla gezince çok daha net ve anlaşılır bir şekilde kafaya oturtabiliyor insan. Bu arada tüm bu turu Costa Magica Cruise gemisiyle yaptık ki, sekiz gün boyunca bu gemi yuvamız oldu adeta.
Sade bir zarafet desem yeridir
Özellikle Cruise’la kentten ayrılış sırasına Malaren Gölü’nün Baltık Denizi ile birleştiği kanalda ilerlerken yüzlerce adacık arasından geçiyorsunuz ya; işte o bir-iki saat yaşamınızın en estetik yapılarını ve muhteşem doğasını görme fırsatını da yakalıyorsunuz. Stockholm Takım adaları olarak bilinen 14 ada üzerine kurulu kentte insanların şartlar ve durumlar ne olursa olsun kendine bakan, o saygılı halleri, kılık kıyafetlerine gösterdikleri özeni, kentlerinin düzeni, minimalistliği beni yine benden aldı. Hava bu kez muhteşemdi. Bol bol yürüme, tanıma, anlama fırsatı buldum ki beni yine sükut-u hayale uğratmadı Stockholm. Sanırım bugünler gitmek için ideal. Ha bu arada gecenin 12 ‘lerinde kararan havalara ve sabahın 3’ünde şafağın sökmesine de alışınca çok daha güzel oluyor. Bu arada Stocholm Sendromu vakasının ortaya çıktığı banka şubesi hali hazırda son derece lüks bir otel olmuş onu da belirtelim.
Tallinn’de her yer sarı ve beyaz
Tallinn bu gezimde gördüğüm en küçük başkentti. Tarihle modernizmin birleştiği bir kent Tallinn ve pek tabii ki turist akınına uğruyor. Özellikle 5-6 tane cruise gemizi yanaştığında şehirde herkesin yüzü gülüyor. Nüfus birdenbire artıyor, satışlar rekor kırdıkça kırıyor. Bir dönem gözümüzün bebeği İstanbul’da böyleydi. Cruise turizmiyle esnafımızın yüzünde gülücükler bir yana kahkahalar eksik olmazdı. Maalesef o günler şimdi uzakta. Seyahat acentaları ayaklarını kestiler İstanbul’dan, Kuşadası’ndan. Umarız ki yakın zamanda yeniden o güzel günler gelecektir. Neyse efendim. Tallinn Estonya’nın başkenti malumunuz üzere. En iyi korunmuş Ortaçağ kenti de diyebilirim. Zira UNESCO kentin tarihi her bir karesini “Dünya Mirası” olarak kabul etmiş. Daha ne olsun. Rus etkisini elbette fazlasıyla görüyoruz şehirde ve insanlarda. Bu güzel memleketin tarihte istilalar sebebiyle ve hatta dönemin Rus Generalleri nedeniyle çok acılar çektiğini de belirteyim tabii.
Finlandiya’nın o meşhur eğitim sistemi
Trakya’nın hemen yanı başı ya da Ege beldelerimizin dibi vs. derken Yunanistan beldelerine gider gelir olduk. Karşı taraf içinde bu durum geçerli elbette. Biliyoruz ki sabah biletini alıp çarşı-pazar görmeye, alışveriş yapmaya, yemeğe, kahveye gelip, giden bir çok Yunan dostumuz var. Turistik münasebetler gayet sıcak seyirde anlayacağınız. Biz de Levent Özçelik dostumun başı çektiği, benim ve fotoğraf üstadı Barış Aşık kardeşimin de yer aldığı küçük bir turist kafile olarak Yunanistan’ın Ege’ye bakan kıyılarını Ford Edge ile şöyle bir turladık. Gerçi ben ekibe Selanik’ten katıldım ama Atina merkezli aşağı, yukarı yönlü o kadar güzel anlattılar ki gitmiş kadar oldum. Levent ’in Ford Türkiye için tasarladığı projenin çekimleri için Halkidiki kıyılarını, bizlerin üç parmak olarak bildiği eşsiz doğasıyla güzelim Türkiyemiz’i andıran şahane Ege kasabalarını, köylerini, plajlarını hem keşfettik hem de drone da dahil olmak üzere bol bol görüntüledik. Çok yakında izleme fırsatı bulacaksınız zaten. Sizi haberdar ederim, merak buyurmayınız. Masmaviyle, yemyeşilin buluştuğu kıyılara hayran kalacaksınız.
OTOMOBİLİNİZLE KOMŞUYA
Halkidiki konumu itibariyle memlekete uzaklığı arabayla birkaç saat. Yollar gayet düzgün. Yunan ellerinde olumsuz bir olay yaşama ihtimaliniz neredeyse sıfır. Köyler, beldeler, tesisler gayet güzel ve en önemlisi doğal. Estetik anlayışları doğayla uyumlu ve yeşili koruyan bir anlayışları olduğu için olur olmadık yere bina dikmedikleri gibi, bu konuda da hayli titizler. Plajları tertemiz. Deniz zaten Ege Denizi. Anlatmama gerek yok, mükemmel! Halkidiki’nin bize yakın ayağında bulunan sadece erkeklerin girebildiği dağ olan Athos Dağı’nın eteklerine konumlanmış Ouranoupoli Kasabası’ndaki Eagles Palace ve Resort Hotel, yörenin nam salmış şahane ve doğal tesislerinden biri. Henüz Haziran olmasına rağmen gayet canlı bir turist ortalaması vardı ki, bizi bu ara ıskalayan ancak son 1 yıldır ayaklarını yeniden alıştıran Rus Aileler yoğunluğu ile dikkat çekiciydi elbette. Havaların gayet güzel ve sıcak gitmesi turistik coşkunun erken başlamasına sebep olmuş ki bir çok tatilci bunun hakkını şimdiden vermeye başlamış.
KAZANAN EGE OLSUNPorto Koufo’nun plajı, Orange Beach’in kumsalı, Kavala’nın kurabiyesi, Dedeağaç ’ın şahane yemekleri derken kendimizi bir anda İpsala Sınır Kapısı’nda buluverdik. Euro’nun böylesi yüksek olmasına rağmen yenilen, içilenler düşünülünce hala daha Komşu, güzel bir alternatif olarak bir köşede duruyor. Gerçi yaz başladıkça daha çok Türk akını olacak elbette ama zaten kış boyu da – özellikle hafta sonları- yöre insanı bol bol geçiyormuş karşı tarafa. Nihayetinde hepimizin birbirimize ihtiyacı var. Karşılıklı gidiş gelişler, kültürel ve gastronomik alışverişler, turizme ve doğayı korumaya yönelik fikir almalar her iki tarafı da daha güzel yapacaktır ki, en çok kazanan elbette ki Ege olacaktır. Bu şahane coğrafyanın, eşsiz denizin, muhteşem havanın değerini bilip, doğayla uyumlu yaşayalım bu yeter. Haydi iyi tatiller size.
Kış boyu Katalanlar’ın İspanya’dan ayrılmak için yaptığı eylemleri, referandumu, sonuçlarını ekranlarda bol bol anlatmıştım. Sular duruldu şimdilik bu cephede, hayat da devam ediyor malum ve bununla beraber hayat Barcelona’da gerçekten devam ediyor.
Son derece canlı, heyecanlı, neşe dolu diğer taraftan da ağır, hareketsiz ve tadına vara vara gidiyor. Bu bir çelişki değil bana kalırsa bu yaşamı dibine kadar özümseyip, kırmadan, yormadan, saygılıca yaşama ve yaşatma güzelliği. O nedenle anladım ki bir kez daha bu kenti seviyorsam, sakinlerinden ötürüdür desem tespitim şahane olur. Barcelona Futbol Takımı’nın kentin duyurulması ve markalaşması anlamında muhteşem katkıları olmuş elbette. Takıma sempati üst düzeyde olunca, ilgi de çoğalıyor malum. Fakat Barcelona sakinleri için bu durum hiç de iç açıcı değil zira 3-4 günlük tatil için gezmesi tozması harika bir kent olan Barcelona bu kadar çok turistle, kenti mesken tutmuş sakinleri için keyifsiz bir durum yaratıyor.
Özellikle 1992’deki Olimpiyatlarla beraber kaderi değişen Barcelona’nın bu pozitif yönlü istikrarına sürekli ivme kazandırması kent yöneticilerinin ve açık görüşlü Barça Halkı’nın en büyük başarısı. Bu başarının güzelliğini en çok plajlardan oluşan Barceloneta ‘da çok daha iyi hissediyorsunuz. Flamenko’nun gelenekselliği bir yanda, bir yanda Barceloneta’nın çağdaş devinimsel yüzü. Gerçekten şahane bir kent burası!
Paella hep 1 numara
Bu gezimde Türkiye’den kalkıp Barcelona’ya gitmiş ve oraya yerleşmiş Pelin ve Onur Akkuş kardeşlerin el ele, omuz omuza vererek kurduğu ve büyüttüğü Olaspain isimli tur firmasıyla dolaştım. Nam-ı diğer @pelinlegez olan Pelin Akkuş, Hürriyet Seyahat için de gezi yazıları kaleme alıyor. İşinde son derece disiplinli ve canlı. Zaten orada yaşadığı 14 yılın sonunda iyiden iyiye İspanyol olmuş diyebilirim. Zira kusursuz İspanyolcası ve İspanya bilgisiyle son derece verimli geçti bu seyahatim. Her Barcelona seferimde uğradığım Can Travi Nou Restaurantı’nın şahaneliği yine dillere destandı.
Evet! Hem de fazlasıyla. Rakamları ortaya döküp de bakın ne kadar da zengin, nasıl da müreffeh bir toplum demek beni de sıkar, sizi de ama değinmek istediğim hadise elbette başka. Parayla, pulla ilgisi olmayan bir doğa kültüründen söz etmek istiyorum. Yeşile, doğaya duyulan saygı ve elbette ki sevgiden. Ağacı çocuğu gibi gören, doğaya gözü gibi bakan bir anlayıştan bahis açıyorum. Son İsviçre gezimde İnterlake ve Zug mekanlarını dolaştım. İnterlaken tam bir cennet. Bern Kantonu içinde. Doğa sporlarının, ağırlıklı olarak da yamaç paraşütünün yapıldığı şahane ötesi bir kasaba. Thun ve Brienz gölleri arasına kurulmuş içinden nehir geçen büyülü bir yerleşim yeri. Neredeyse tüm Avrupa’ya yayılmış Hapimag Oteli buranın en büyük ve en keyifli otellerinden. Eğer yolunuz düşerse tavsiye ederim. Bilen bilir, Türkiye’deki temsilcisi ise Bodrum, Yalıçiftlik’e konumlanmış Sea Garden Resort Hotel.
Aynı doğa Karadeniz’de de var ama…
İnterlaken de baharın da tadı bir başka tabii. Bu aralar Uzakdoğulu ve Hint – Pakistanlı turistlerin hayli yoğunlukta olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Yöre tam anlamıyla bizim Karadenizimiz’i andırıyor. Yüksek yüksek dağlar arasında boylu boyunca uzanan vadiler, yaylalarımızı andıran yaylalar, pek tabii ki düzenli, nizamlı, intizamlı yapılmış yayla ya da dağ evleri. Hiçbirine yollarla, asfalt yollarla ulaşamıyorsunuz. Beton, asfalt kültürü yok burada. Burada dağ ve tepelere çekişli tren ya da teleferik sistemiyle ulaşıyorsunuz. 1322 metre yükseklikteki, kartal yuvası Harderklum’a füniküler sistemiyle çıkıp da çevreye şöyle bir baktığınız zaman ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız.
Yeşilin içine gömülmüş doğayla uyumlu evler, Ayder Yaylası’yla aynı doğaya sahip ama bizdekinin aksine yeşile son derece saygılı bir yapılaşma, Uzungöl’ün tıpkısının aynısı olup da kıymeti bilinen, doğaya ihanet edilmiş bir mimari… Elindekini daha da güzelleştirme çabasıyla zıtlaşmayan, eğri büğrü yapıları güzelim doğanın orta yerine dikmeyen, estetik yoksunluğuyla alakası olmayan bir kültür ve ahlak zenginliği içinde kurulmuş köyler, kasabalar. İşte bunun için diyorum, bu yeşile saygı kültürünün dinle, imanla, parayla, pulla, zenginlikle alakası yok. Olmayacak da. Birazcık doğaya sahip çıkma dersi alsak iyi olacak bence. Yoksa elimizdeki cennet giderek çoraklaşıp, betonlaşıp, asfaltlaşacak.
Tatil için yazlığa, kışlığa gerek yok!
Genci, yaşlısı fark etmiyor. Elinde telefonu, tableti olan herkes whatsapptan, facebooktan artık neresi olursa olsun derdini mesajlarla anlatıyor. Son derece basit bir yöntem çünkü. Bir de her an her yerde yazabiliyorsunuz bir de üstüne üstlük emojilerle ruh halinizi de rahatlıkla anlatabiliyorsunuz. Burada da şu soru akıllara geliyor aslında. Her gün defalarca elimize aldığımız ve sayısız mesaj yazdığımız bu iletişim araçlarıyla ellerimiz acaba ne kadar zarar görüyor? Mesela çok fazla mesajlaşmak ve mesaj yazarken el ve bileğimizin uygunsuz hareketi birçok ağrı ve rahatsızlığa sebebiyet verebilmekte. Bunlardan en belirgin olanı ise De Quervain Tenosinoviti denilen başparmağa giden tendonların el bileğinde hareket ettikleri tünelde sıkışması sonucu oluşan rahatsızlık. Amerikan Hastanesi El ve Mikrocerrahi Bölümü'nde El Cerrahisi doktorlarımızdan Prof. Dr. Eftal Güdemez bu konunun gerçek anlamda uzmanı. Hastalık bilekten başparmağın üzerine doğru yayılan ağrı, el bileği ve başparmakta hareket kısıtlılığı ve şişlik şikâyeti ile kendisini gösteriyor. De Quervain Tenosinoviti, mesela yeni doğum yapmış ve emziren annelerde de oldukça sık karşılaşılan bir rahatsızlık. Atel, İlaç tedavisi ya da steroid enjeksiyonu önerilen tedavi yöntemlerinden. Ama tüm bunlara rağmen hala şikayet geçmiyorsa ameliyat, ağrısız ve kesin çözüm olarak sunulmakta. Ameliyat sonrasındaysa fizik tedavi ve rehabilitasyon görmek, bilek ve parmak fonksiyonlarının hızla eskiye dönebilmesi için önemli olabilir.
EN SIK KARŞILAŞILAN 5 EL RAHATSIZLIĞI Prof. Dr. Eftal Güdemez ‘e göre en sık karşılaşılan 5 el rahatsızlığı hepimizi tehdit ediyor aslında. Peki neler bunlar? Hemen yazalım:
Karpal Tünel Sendromu: Bu sendromda parmaklarda uyuşma, karıncalanma, el bileğinde ağrı, dirseğe bazen omuza vuran ağrılar, elektriklenmeler başlıca belirtiler olarak göze çarpmakta. Tetik Parmak : Bu rahatsızlıkta ise en önemli şikayet, parmağın bükülme ve açılma hareketi sırasında parmakta ağrılı bir tetikleme ve atlama hissi olmasıdır. Bazı çok ilerlemiş durumlarda etkilenen parmak, bükük pozisyonda kilitlenip kalır.
Ganglion Kisti de elde ve el bileğinde eklemlerin ya da tendonların yakınlarında görülen şişliklerdir. En çok el bileği üzerinde ve el bileğinin iç tarafında, parmakların tabanlarının iç kısmında ve parmak üstlerinde görülür. Genellikle yuvarlak, yumuşak ve sınırları belirgin, üzeri düzgündürler. Radyolojik inceleme gerektirebilir.
El Bileği Tenosinoviti: Bu rahatsızlık da tıp dilinde De Quervain Tenosinoviti de denilen başparmağa giden tendonların el bileğinde hareket ettikleri tünelde sıkışması sonucu oluşan rahatsızlıktır. Çok kullanma, tekrarlayıcı zorlamalar, ağır kaldırma aktiviteleri ve romatoid artrit gibi bazı inflamatuar hastalıklar hastalığı başlatabilir.
Ve Osteoatrit yani Kireçlenme : Bu hastalıkta kıkırdak tabaka yıpranır, bozulur ve dejenere olur. Sonuçta bozulan kıkırdağın altından kemik doku ortaya çıkıp, eklem hareketi sırasında kemik kemiğe sürtünmeler meydana gelir. En çok parmakların uç eklemleri, başparmak tabanında bulunan eklem ve parmakların orta eklemleri etkilenir. Özellikle başparmak taban ekleminin etkilenmesiyle başparmağın günlük yaşamdaki kullanımı bozulur ve ilerleyici tarzda ağrılar gelişir. Tüm bu rahatsızlıkları göz önüne alarak iletişimimizi buna göre düzenleyelim. Yoksa hastanelerden çıkamaz duruma geleceğiz.
Alınan emareler o yönde. İstanbul’da son haftalarda artan batılı turist artışı bunun en güzel örneği aslında. Özellikle Karaköy’de mekan sahiplerinin bu konudaki umut verici konuşmaları yabancı turistteki artışın daha da olacağı müjdesini de veriyor. Şahane haberler bunlar tabi. Aynı şekilde Antalya’sı, Bodrum’u, Marmaris’i de son derece güzel haberlerle dolup taşıyor. Umarım harika bir yaz sezonu olur turizmimiz için. Olumsuz haberler gelmedikçe istenilen güzelliklere de ulaşılır. İstanbul’u görüyor, biliyoruz da peki Ege’de, Akdeniz’de durum nedir diye düşünürken kendimi Dalaman uçağında buluverdim. Hedef, tam da Akdeniz’le Ege’nin birbirine karıştığı o şahane maviliğin ortasına kurulu Bozburun Yarımadası tabii ki!
Kumlubük bir harika dostum!
Bozburun Yarımadası’nın en güzel yerlerinden Kumlubük ’ün yemyeşilinde, açılmış tek tük yelkenliler arasında ‘sanırım dünyanın en güzel yerindeyim’ diyen insanların arasında ben de varım. Burası şahane ötesi bir yer. Anlatmaya gerçekten kelimeler yetmez. Kifayetsiz. Sadece kum, güneş, deniz değil. Tarih, doğa, mitoloji hepsi bir arada burada. Mitoloji demişken Dionysos ‘a ayrı bir sayfa açmak gerek derim ben. Zira güzel yaşamın, e az çok zevk-ü sefanın, bana kalırsa yaz aylarının, Akdeniz ezgilerinin, hayattan keyif akmanın en güzel figürü değil midir Dionysos !? Aynen öyle. Hatırlatmakta fayda var; Bozburun Yarımadası Loryma, Knidos, Amos gibi antik kentlere de ev sahipliği yapmış ve renkli bir kültürel mirasa sahip, eşsiz bir doğa ve tarih yolculuğunun merkezi.
Yeni lüks: Doğada yaşam
Marmaris, Kumlubük’teki Dionysos Village Hotel de adının hakkını veren eşsiz konuk evi. Konuk evi demek yerinde olur çünkü misafir olarak geldiğiniz bu yerin aslında sahibi olarak ayrılıyorsunuz. Sarp dağların yamacına gizlenmiş, doğa ile bütünleşmiş harikulade mimarisiyle dünya çapında bir yer burası. Ahmet Şenol ve yirmi yıllık yarı Fransız yarı Suudi eşi Rim Boukhari Şenol’la el ele, omuz omuza vererek oluşturmuşlar bu gönül evlerini. Açıldığı 17 yıldan bu yana müşterilerinin çoğunluğu İngilizler olmuş. Ta ki birkaç yıl öncesine kadar. Elbette ki onlar da etkilenmiş turizmdeki olumsuzluklardan. Çalıştıkları İngiliz acenta da kapıya kilit vurunca, zorluk bir kat daha artmış. Şahane mimarisiyle Dionysos Village Hotel harika bir huzur mekanı. Organik üretimin de merkezi olmuş adeta. Özgür gezen, serbestçe dolaşan tavukların doğal yumurtaları, zeytinliklerinden ürettikleri organik zeytinyağları… Gelen misafirler organiğe boğuluyor burada neredeyse. Yedikleri, içtikleri her şey doğal, katkısız, organik. İşte kendi tesisini ön plana çıkarmanın, cümle aleme adını duyurmanın en doğru yolu bu: Organik tatil! Aslına bakarsanız insanoğlunun yepyeni lüksü, doğada yaşam desek daha doğru olur. Ayrıntılı bilgi için: http://dionysoshotel.com.tr/tr/oteldionysos/
Bilgi’ liler Cannes Film Festivali’nde
Bakınız, Bodrum Adabükü’nden gelen son haberler gurur verici olmasının yanı sıra umut verici aynı zamanda. Çünkü, LUX* Bodrum, yeni sezona ödüller, yenilikler ve başarılarla ‘merhaba’ diyor. Zira uzman çevrelerce “Dünyanın Turizm Oscarı” olarak kabul görmüş ödül için geçtiğimiz yıl Bodrum Adabükü’nde konuklarını ağırlamaya başlayan LUX* Bodrum Resort & Residences uygun görüldü. Gerçekten bu son derece güzel bir haber. Aslında bu tesis, ilk yılında uluslararası arenada Milano’daki A’Design Awards’ta mimarlık alanında gümüş ödülle taçlandırılmıştı fakat bu ödül bambaşka. Tören İsviçre’de düzenlendi ve World Luxury Hotel Awards ’da, “Doğu Avrupa’nın En iyi Lüks Plaj Oteli” seçildi. Üstelik bu ödülü değerli kılan en önemli şey, otel misafirlerinin oyları ile belirlenmesi. Yani jüri müşteriler. Dolayısıyla müşteri memnuniyetini sürekli kıldığınızda işte böylesi başarılar geliyor.
BÜYÜK ÖDÜLÜN JÜRİSİ, OTEL MÜŞTERİLERİ
Aslında LUX* markası aslında tropikal iklimlerin bilinen ve tercih edilen önemli bir luxury markası. Türkiye’ye getirmek kolay olmadığı gibi, ödüllerle taçlandırmak da büyük iş aslına bakarsanız. Çünkü Mauritius, Reunion Adaları, Maldivler gibi dünya jet sosyetesine hitap eden destinasyonlarda lüksü yeniden yorumlayan bir yapılanma bu tesis. Dolayısıyla Egemiz ’in şahane sularında varlık göstermesi Türk Turizmi açısından kıymet bilinmesi gereken bir olay. Başta Murat Akdoğan olmak üzere ve güler yüzli, iş bilir ekibini kutlamak gerekiyor. Murat Bey’in söylediklerine kulak vermek gerekiyor: “Bu ödüller, sadece LUX* Bodrum’un değil; Türk turizm sektörünün başarısı.”
GELENEKSEL TIP DA TURİZMİN HİZMETİNDE
Bu arada bir yeni haber de vereyim. LUX* Bodrum, geleneksel tıp ile de sağlık turizmini de konuklarına sunacak. Dolayısıyla artık Bodrum’u aynı zamanda bir de sağlık oteli olacak. Estethica Hastaneleri’nde başlatılan ‘Geleneksel Tıp’ uygulaması burada da devam edecek. Sağlık Bakanlığı’nın onaylamasının ardından kimi hastanelerde uygulanmaya başlanan kupa, hacamat, bitkisel deva gibi geleneksel tıp yöntemlerini bir sağlık paketi olarak otel misafirlerine sunulacak. Bu da sadece Bodrum’daki tesislerde değil tüm Türkiye’deki turizmde yatırım ve hizmetlerini bir adım daha ileri taşıyacak. Bir tuğla, sonra bir tuğla daha… Kim hizmet konusunda rekabet ortamı yaratırsa bundan turizm kazançlı çıkar, Türkiye kazançlı çıkar. Daha sezon açılmadan şahane haberler geliyor ne güzel ki. Umarım bu yaz rekor üstüne rekor kıracak turizmimiz.
AHMET GÜNEŞTEKİN’DEN DİLEK AĞACI
“Bisiklet bir rüyadır” diyen Ahmet Güneştekin’in iç içe geçmiş bisikletlerden çalıştığı “Dilek Ağacı” ile dev harf bloklarından kurguladığı ve Venedik Bienali 56. Uluslararası Sanat Sergisi ile eş zamanlı sergilendiğinde büyük ilgi gören şahane eseri “Kostantiniyye”, Erol Özmandıracı’nın 42 Maslak için oluşturduğu özel koleksiyona alındı. Güneştekin, parçalarına ayırdığı bisikletleri çam ağacı formunda bir konstrüksiyon üzerine labirent gibi yerleştirmiş. Bisikletlerle oluşturduğu bu kurgu, bir hareket yanılsaması değil aslında. Çocukluğun hayal nesnesi aslında. Zira Dilek Ağacı ’nda ki bu bisikletler, hiçbir yere gitmiyor. Çünkü orada çocukluk anıları, çocukluk yılları, duyguları gizlemiş. Çocukluk denilince aklınıza ne gelir? Pek tabii ki hayal gücü, özgürlük ve hatta kırmızı renk gelmez mi? İşte Güneştekin’ göre tüm bunlardan öte ve tüm bunları bütünleyen bambaşka bir anlam taşıyor. Her şeyden önce bisiklet gündüz düşlenen bir rüyadır, yani çocukluğun arzu nesnesi. Son derece doğru.
KOSTANTİNİYYE DE BU SERGİDE