Paylaş
Türkiye'yi karalamak için Fransa'dan sonra İngiltere de kolları sıvadı ve Çanakkale Saavaşları sırasında İngiliz esirleri ‘‘idam edişimizi’’ filim yapma hazırlığına girişti. İşin ilginç yanı, Kraliçe Elizabeth'in özel arazilerini çekimlere açmış olması.
Fransız parlamentosunun Ermeni işgüzarlığı İngiltere'yi kıskandırdı. Londra Paris'in maharetini görünce hemen kolları sıvadı ve Türkiye'yi karalamakta Fransa'yla yarışa çıkarcasına bir ‘‘Çanakkale soykırımı filmi’’ hazırlığına girişti. İşin garip tarafı ‘‘Türkler'in esir İngiliz askerlerini kafalarına tek kurşun sıkarak idam etmeleri’’ temeline dayanacak olan filmin arkasında İngiltere Kraliçesi Majesteleri İkinci Elizabeth'in olması...
İnanması güç ama, aynen böyle... Filmin ön hazırlıkları çok yakında tamamlanacak, derken çekimler başlayacak, millet olarak ‘‘asker katili’’ ilân edileceğiz, bu rezaletin harcamalarını başından sonuna kadar majesteleri yapacak ve bu kadarla da kalmayacak, filim kraliçenin Sandringham'daki özel arazisinde çevrilecek.
İşte, ‘‘Geceyarısı Ekspresi’’ni bile geride bırakacak gibi görünen bu yeni filim hikâyesinin gerisinde yatanlar:
İddiaya göre, 1915'in 10 Ağustos'unda 16'sı subay 266 kişilik bir İngiliz birliği Gelibolu civarına çıkar. Birliğin özelliği, askerlerin 147'sinin İngiliz Kraliyet ailesinin Sandringham'daki arazisinde çalışan hizmetkârlardan oluşmasıdır. O senelerde İngiliz tahtında oturan Kral George Sandringham'da ahçısından uşağına, bahçevanından marangozuna kadar ne kadar hizmetkâr varsa hepsini Çanakkale'ye yollamış, ‘‘kralın adımları’’ özel bir birlikte biraraya getirilmişlerdir.
Karaya çıkan birlik, kendisini yoğun bir ateşin içinde bulur. Her yana şarapneller düşmekte, binlerce mermi ıslık çalarak oradan oraya savrulmaktadır. Birlik yolunu kaybeder, önüne çıkan bir ormana dalar ve kralın hizmetkârları sonsuza kadar orada kalırlar... Bize esir düşmüşler, bir kısmı kaçmış ama kaçamayanlar -iftira bu ya- kafalarına tek kurşun sıkılarak hemen oracıkta idam edilmişlerdir...
Birliğin kaybolması, Çanakkale'deki İngiliz kumandanı Sir Ian Hamilton'u meraka düşürür. Sarayı hadiseden haberdar eder, bu defa ana kraliçe Alexandra'yı bir derttir alır. Kadıncağız kalkar, İstanbul'daki Amerikan büyükelçisine mektup yollar, ‘‘Aman bizim ahçılardan bir haber almaya çalışın’’ der ama ne ahçıdan haber vardır, ne uşaktan...
Derken savaş biter, 1919'a gelinir ve Çanakkale'deki taraflar birbirlerine karşılıklı olarak kazdıkları mezarları gösterirler. Ama ‘‘Savaş Mezarları Komisyonu’’nda çalışan Charles Pirrepont Edwards adında bir papaz işaretsiz bir mezar bulur, kazılınca da içinden tam 122 adet iskelet çıkar. İşin ilginç yanı, hepsinin kafasında tek bir kurşun deliğinin olmasıdır, demek ki Türkler İngiliz esirleri ‘‘katliam’’a uğratmışlardır.
Derken aradan 83 yıl gibi ‘‘çok kısa’’ bir zaman geçer. İngilizler Sandringham'dan Çanakkale'ye giden ahçı-uşak birliğini 1998 ilkbaharında hatırlar ve ‘‘Hadi bu katliamın filmini yapalım’’ derler... Proje kraliçeye kadar gider, majesteleri filmin 2 milyon sterlin tutan masrafının bir bölümünü üstlenmesi bir yana ‘‘Oldu olacak filim bari Sandringham'da çekilsin’’ buyurur ve araziyi filimcilere açıverir... Danışmanlarından hiçbirinin aklına da kalkıp ‘‘Majesteleri acaba ne yapıyorlar? Orası savaş meydanıydı, Türkler vatanlarını koruyorlardı, kaldı ki böyle bir hadise 83 yıldan beri işitilmedi’’ demek gelmez...
‘‘Ahçı uşak birliği’’ için Londra'da yazılan hayali senaryo, işte böyle... Churchill'in geçen yıl Londra'da mezata çıkan ‘‘Çanakkale itiraflarını’’ satın alarak ‘‘Çanakkale'deki açık türbede mor bulutlardan çatılmış tavanın altında’’ yatan 250 bin Mehmetçik'e bir şükran nişanesi olarak sunan Türkiye, bu filim konusunda birşeyler yapmak zorunda... Şairin ‘‘Tüllenen magribi akşamları sarsam yarana / Yine birşey yapabildim diyemem hatırana’’ dediğini unutmayalım...
Aynı işi Roma'da yapsalar siz ne derdiniz Bay Armani?
İtalyan modacı Giorgio Armani, İstanbul'un tarihi binalarından Maçka Palas'ı baştan aşağı yenileyip lüks bir mağaza haline getirdi. Ve bu arada bir iş edildi, senelerce Maçka Palas'ta yaşamış olan ‘‘Makber’’ şairi Abdülhak Hamid'in adını yaşatmak için binada yıllardır asılı duran kitabe çöpe atıldı.
Abdülhak Hamid'i bilenler, onu genellikle ‘‘Makber’’iyle hatırlarlar. Türk Edebiyatı'nın önde gelen isimlerindendir; ‘‘Finten’’in ‘‘Eşber’’in, ‘‘Tarık’’ın ve daha bir hayli eserin sahibidir ama şiir meraklıları ‘‘Hamid’’ denilince herşeyden önce ‘‘Makber’’i düşünürler: ‘‘Heryer karanlık pür-nur o mevki’’ diye başlayan şiirini... Muhiddin Baha Bey'in besteleyip Hafız Burhan'ın meşhur ettiği parça terennüm edilirken yaşı biraz geçkince olanlar bu hüzünlü mersiyeyi ilk defa nerede dinlediklerini hatırlayıp tatlı ama daha derin bir hüzne dalarlar...
Hamid hayli uzun bir ömür sürdü. 1852'de başlayan hayatını 1937'nin 13 Nisan'ında Maçka'da 11 sene oturduğu evde, İstanbul'un en meşhur binalarından olan Maçka Palas'ta noktaladı. Sonra o zamanlar dillerde dolaşan şiirinin meraklıları ‘‘Abdülhak Hamid'i Sevenler Cemiyeti’’ diye bir dernek kurdular ve Hamid'in 11 yıl boyunca İstanbul'u geçmişin hayallerini canlandırarak seyrettiği penceresinin altına bir kitabe yerleştirdiler: Üzerinde ‘‘Ulu Şair Abdülhak Hamid Tarhan 11 yıl oturduğu bu dairede gözlerini kapadı. 11 Nisan 1937’’ yazılıydı.
Ben, Abdülhak Hamid'le ölümünden 40 sene sonra, daha 7-8 yaşlarımdayken bu kitabe sayesinde tanıştım. Okuma-yazma öğrenmemden sonra gördüğüm ilk kitabe belki de oydu. Mısralarından haberdar olmamı, ‘‘Sen öldün, ölüm güzel demektir’’ gibi sözlerini yahut kendi yarattığı Davalaciro'nun o meşhur monoloğundaki ‘‘Dalgalar, uymayınız bâd-ı taannüd-kâre / Siz kılın nâşımı isâl kenâr-ı yâre’’ beytini ve daha birçok şiirini ezberime almamı hep o kitabe sağladı. ‘‘Şair-i âzâm’’ sadece bana değil, Maçka-Teşvikiye arasında doğup büyüyen benim gibi daha pek çok kişiye kendisini penceresinin altındaki bu kitabeyle tanıttı ve isminin ölümünden sonra senelerce devam etmesinde eserlerinin yanısıra beyaz mermere işlenmiş bu beş satırın rolü büyük oldu.
Hamid'in penceresinin altındaki kitabe artık yok... Onun yerinde koskoca bir ‘‘Armani’’ levhası asılı... Maçka Palas aylarca süren restorasyondan sonra ‘‘Armani’’ ve ‘‘Gucci’’ye dönünce Hamid almış başını gitmiş halde...
Kitabenin hangi çöplüğe atıldığının artık hiç merakında değilim ama bir anlığına olsun düşünmenizi istiyorum:
Giorgio Armani adını taşıyan zat bu işi İstanbul'da değil de Roma'da etmiş, orada bir İtalyan yazarının, ne bileyim Alberto Moravia'nın yahut Cesare Pavese'nin evindeki kitabeyi ortadan kaldırmış olsaydı...
Nasıl bir kıyamet kopacağını tahmin edebiliyor musunuz?
Koronun teftiş raporu hangi sumenin altında
Edirne Devlet Korosu'nda olanları daha önce yazmıştım. Şef Ayhan Sarı kendisini ayakta karşılamayan sanatçıları izinsiz bırakıyor, hemen her gün ‘‘Tek sesli müzik yapan küçük beyinliler’’ gibisinden yığınla hakaret yağdırıyor, yapmadığını bırakmıyordu.
Rezalete Kültür Bakanı İstemihan Talay el koydu ve Sarı'yı görevden aldı. Korodan yolsuzluk kokuları da tütmedeydi. Meselâ bir telefon santralı alınması evrakının üzerinde Ayhan Sarı'nın imzası dışında ne kadar imza varsa hepsi sahte çıkmıştı. Birileri sahte imzalarla yüz milyonlarca liralık alım belgeleri düzenlemişti. Bakan Edirne'ye bir de müfettiş gönderdi: Teftiş Kurulu'ndan Metin Gidir'i. Metin Bey günlerce uğraşıp ifadeler aldı, belgeleri inceledi ve Ankara'ya dönüp raporunu hazırladı.
Derken aradan iki ay geçti, sabık şef Ayhan Sarı idare mahkemesinden yürütmeyi durdurma kararı alıp koroya döndü. Mahkeme kararı uygulamıştı ve buraya kadar herşey normaldi...
İşte o sırada bir gariplik oldu, müfettiş Metin Gidir'in ağır cezalık suçları konu alan raporu bakanlıkta kayboluverdi. Şef Sarı ise koro mensupları hakkında içerisinde ‘‘oymak’’ fiilinin sıkça geçtiği zarif ifadeler kullanmakla meşguldü ve hâlâ da meşgul...
Birkaç hafta önce bu korodaki imza sahtekârlıklarını anlatırken ‘‘Edirne Devlet Türk Müziği Topluluğu'nu babalarını çiftliği zannedenler sakın unutmasınlar; bu topluluk sahipsiz değil’’ demiştim. Sahipsiz olmadığını göstermek için bu hafta yeniden yazıyorum ve iş ‘‘bitene’’ kadar da yazmaya devam edeceğim. ‘‘Biz herşeyi bağladık, artık yazamaz’’ diyenler hiç heveslenmesinler...
Paylaş