Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın bünyesindeki "İstanbul Araştırmaları Enstitüsü" 1850’lerden başlayıp 1910’lara kadar uzanan bir zaman dilimine yayılmış ama bugüne kadar bilinmeyen, görülmeyen ve sadece birkaç kolleksiyoncunun sahip olabildiği 450 adet son derece nádir İstanbul fotoğrafını, iki cildlik devásá bir albüm haline getirdi. Türk Mimarisi’nin yaşayan önemli ismi Dr. Sinan Genim’in hazırladığı ve tanıtımı önümüzdeki hafta yapılacak olan albümler, şaşırtıcı fotoğraflarla dolu. Meselá, vaktiyle yemyeşil olduğu zannedilen Boğaz sırtları uzayıp giden çorak arazilerden ibaret; şehir ise söylenenlerin aksine "şiir gibi" değil, dökülüyor! Şimdiye kadar gizli kalmış olan bu fotoğrafların
yayınlanmasıyla, eski İstanbul hakkında bildiğimiz çok şey değişecek gibi.
GÜNLERDEN buyana elimde koskoca bir büyüteç, yerinden binbir güçlükle kaldırabildiğim bir kitaptaki fotoğraflara bakıyor, fotoğrafların detaylarında birşeyler arıyorum.
Bunlar şimdiye kadar yayınlanmamış, bilinmemiş, görülmemiş ve sadece birkaç kolleksiyoncunun hususi arşivlerinde bulunan en eski İstanbul fotoğrafları... Fotoğrafın icad edildiği 1850’lerden 1910’lara kadar uzanan bir zaman dilimine yayılan bu fotoğraflarda, imparatorluk başkentinin bahçelerinden hamamlarına, türbelerinden kütüphanelerine, kışlalarından saraylarına ve mezarlıklarına kadar bütün görüntüleri, bir zaman makinesi tarafından kaydedilmişçesine sosyal ve siyasi geçmişiyle ve folklorik unsurlarıyla beraber hoş bir tarih resmigeçidi yapıyor.
ANADOLU SAHİLİ YOLDA
Kitabın, daha doğrusu 450 adet fotoğrafın yeraldığı bu albümün adı,
"Konstantiniyye’den İstanbul’a. 19. Yüzyıl Ortalarından 20. Yüzyıla Boğaziçi’nin Rumeli Yakası Fotoğrafları". Yayın hazırlıklarının ilk ánından beri haberdar olup merakla beklediğim albümdeki fotoğraflar, eski İstanbul’un çeşitli özel arşivlerde ve bilhassa
Ahmet Abut’un kolleksiyonunda bulunan nádir fotoğraflar arasından Türk Mimarisi’nin yaşayan önemli ismi
Dr. Sinan Genim tarafından itinayla seçildi.
Sinan Genim her fotoğraf için araştırmalar yaptı, görüntüleri tarihi ve mimari bakımlardan değerlendirdi, bu değerlendirmeleri her fotoğraf için ayrı birer açıklama şeklinde kaleme aldı ve bütün bu çalışmalar Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın bünyesindeki
"İstanbul Araştırmaları Enstitüsü" tarafından iki cildlik devásá bir kitap haline getirildi. Servet sayılabilecek bir mebláğa málolduğu daha ilk bakışta, ipekli kapağından ve baskısından anlaşılan kitapta şehrin şimdilik sadece Rumeli sahilinin fotoğrafları yeralıyor, Anadolu sahili manzaraları ise ancak birkaç sene sonra çıkabilecek.
İşte, günlerdir elimde lupla bu albümlerdeki fotoğrafları incelemekle ve 150 yıl öncesinin İstanbul’undaki günlük hayatın unutulmuş ayrıntılarını farketmeye çalışmakla meşgulüm.
Meselá, 1852’de çekilmiş bir fotoğrafta, toprak bir zeminin üzerine yığılmış inşaat malzemeleri, tenteli işçi kulübeleri ve arka tarafta yarım bir duvar görüyorsunuz. Karşınızda, bir şantiye var: Dolmabahçe Sarayı’nın inşaatı!
Sayfaları çevirdikçe inşaat da ilerliyor, tamamlanıyor ama ortaya bugün bildiğimizden daha değişik, dış duvarları olmayan, bahçe içerisinde yükselen bir Dolmabahçe Sarayı beliriyor.
"Şimdiki duvarları dikip güzelim manzarayı kapatmak acaba kimin aklıydı?" diye soruyorsunuz.
Derken,
Sultan Abdüláziz’in 1867’de çıktığı Avrupa seyahatinden dönüşüne şahit oluyor, o senenin 7 Ağustos’unda Galata açıklarındaki savaş gemilerinin padişahın gelişi şerefine ateşledikleri topların gümbürtüsünü duyar gibi oluyorsunuz.
İkinci Mahmud’un kurduğu ve resimlerine şimdiye kadar sadece o devirlere ait gravürlerde rastlayabildiğiniz
"Asákir-i Mansure-i Muhammediyye" ordusunun 1850’lere gelebilen birkaç neferi, önünüzde nöbet bekliyor. Çevirdiğiniz her sayfayla beraber sahil boyunca ilerliyor, Rumeli Feneri’ne varıyor ve bu zevkli yolculuk boyunca bir-bir buçuk asır öncesinin havasını merakla ama biraz da hüzünle teneffüs ediyorsunuz.
GÖRÜLMEMİŞ RESMİ GEÇİD
Birçok İstanbul áşığının, az sayıda basılan ve daha şimdiden
"nádir kitap" sayılan bu albümlere sahip olamayacağını biliyorum ve matbaadan çıkalı henüz birkaç gün olmuş, daha tanıtımı bile yapılmamış bir eseri tam sayfa yazıyla anlatmamın sebebini, merak edenler için söyleyeyim: İstanbul konusunda bugüne kadar böyle bir yayın olmadığı ve kimselerin görmediği bu şekilde bir mázi resmigeçidinden ziyadesiyle heyecanlandığım için...
"Konstantiniyye’den İstanbul’a" albümlerindeki fotoğraflar, bugün
"doğru" zannettiğimiz birçok bilginin aslında
"yanlış" olduğunu, meselá eski İstanbul’un bir zamanlar harap vaziyette bulunduğunu ve Boğaz yamaçlarında da yeşilliğin pek bulunmadığını gösteriyor. Yanlış bilinen hususlardan bazılarını, bugünkü
"Ramazan Çadırı" sayfasında okuyabilirsiniz.
Melling’in albümü ne ise Genim’in albümü de odur
SUNA ve
İnan Kıraç çiftinin, kurdukları vakfın bünyesindeki
"İstanbul Araştırmaları Enstitüsü"nün,
"1" numaralı yayın olarak böylesine önemli bir eser vermekle kültürümüze, özellikle de İstanbul’un tarihine ve kültürüne ne derece büyük bir katkıda bulunduklarını söylememe gerek yok. Bu eseri ortaya koyabilmek için beş yıl boyunca araştıran üstad dostum
Sinan Genim’e de,
"Melling" örneğini hatırlatmadan edemeyeceğim:
Bilenler, bilir: 18. asrın sonlarında İstanbul’a gelen Fransız mimar ve dekoratör
Antoine-Ignace Melling, yıllarca yaşadığı şehre birçok eser kazandırdı ama bu eserlerin neredeyse hemen hepsi zamanla yıkıldı, yokolup gitti.
Melling’in ismi bugünlere İstanbul çizimlerinin yeraldığı ve bırakın nüshasını, artık sayfası bile küçük bir servet eden meşhur albümüyle geldi ve
"Melling" dendiğinde, şimdi sadece bu albüm hatırlanıyor.
Dr. Sinan Genim de bugüne kadar çok sayıda zarif binalar yaptı ve harap olmuş tarihi yapıları da restore edip eski hallerine kavuşturdu. Aradan asırlar geçtikten sonra bu binaların başlarına nelerin geleceğini pek bilmiyorum ama bir husustan eminim: Melling Albümü nasıl kalıcı bir eser ise,
"Konstantiniyye’den İstanbul’a" isimli albümler de öyle olacak ve
Sinan Genim’in ismi yaptığı binalardan ziyade bu eseriyle yaşayacak.