Paylaş
DSP Milletvekili Sema Pişkinsüt'ün karakol basıp nezarethanelerde bulduğu falakalarla askıları ‘‘işkence aleti’’ diye tanıtması beni çok rahatsız etti. O falaka ki millî geleneğimiz olmuş, asırlar boyunca okuldan kışlaya, karakoldan hapishaneye kadar hemen her yerde ve herkese can yoldaşlığı etmiş, hattá edebiyatımıza bile girmişti. Bugün 'işkence' denilen uygulamaya ise vaktiyle padişah bile bizzat katılmıştı.
Sema Pişkinsüt'ün İstanbul'da karakol basıp bulduğu falaka ve askı cinsinden teknik ve mesleki aletleri basına ‘‘işkence aleti’’ diye tanıtmasından doğrusu çok rahatsız oldum. Zira asırlar boyu okuldan kışlaya, karakoldan hapishaneye kadar hemen her yerde günlük hayatın ayrılmaz parçası olan falaka için ‘‘işkence áleti’’ denmesi milli geleneklerimizden nasıl uzaklaştığımızı kesin ama acı bir şekilde göstermedeydi.
Çoğumuz ‘‘falaka’’nın Türkçe olduğunu veya Türkçe'ye Arapça'dan geçtiğini zannederiz ama biz ‘‘falaka’’ sözünü eski Yunanca'dan aldık. Aslı ‘‘phalangas’’tı, gemicilik terimiydi, gemi halatlarının üzerine halka şeklinde bağlanan iki kenarlı askı demekti ve denizcilikle ciddi şekilde tanıştığımız 15. yüzyılın sonlarına doğru Türkçe'ye girmişti. Yunan'ın ‘‘phalangas’’ını sonraları Latince'de ‘‘eşya taşımakta kullanılan kalın sırık’’ mánasına gelen ‘‘phalangae’’ ile yani ağırlık kaldırmaya yarayan ‘‘palanga’’yla bir güzel senteze tabi tuttuk ve ‘‘falaka’’ yapıverdik. Zaman geçti, ‘‘falaka’’ hem denizcilikte kullanılır oldu, hem korkusu ruyalara kadar giren konuşturma ve terbiye áletine döndü.
O falaka ki bir zamanlar resmi caza vasıtamız bile olmuştu. Sadrazam İstanbul esnafını teftişe çıktığı zaman yanına bir falaka ekibi alır, kabahati görülen dükkán sahipleri ekibin başında bulunan ‘‘falakacıbaşı’’ tarafından dükkánın hemen önünde dayağa yatırılırdı. Üstelik sopalar paldır küldür değil, belli bir kurala göre indirilirdi. Meselá kuralına uygun bir falakanın altı çeşidi olurdu: Mest ve potin üstüne vurulan ‘‘hafif’’ti, çorap üstüne vurulursa ‘‘az ağır’’, yalınayak olursa ‘‘ağır’’, ıslak ayağa indirilen ‘‘daha ağır’’dı. Kuvvetli, bükmeli ve zincirli falakaya ‘‘pek ağır’’, sopayı kaldırmayarak tabanın tamamı üzerinden yavaş yavaş çekilip derinin parçalanmasına da ‘‘en ağır’’ denirdi.
Böylesine zengin ve yazılı bir geçmişe sahip olan millî dayak metodumuz falakanın birdenbire ‘‘işkence’’ sınıfına sokulmasından ben büyük üzüntü duydum ve hem uygulamadaki yerinden, hem de edebiyatımıza kadar girmiş olmasından söz edeyim dedim. Şimdi bu sayfada yeralan falaka şiirlerini ve bizzat padişahın da hazır bulunduğu işkence sahnelerinin hikáyesini okuyun, sonra millî gururumuz falakaya karşı mücadele edilmesi mi yoksa onun koruma altına alması mı gerektiğine siz karar verin.
Padişah işkencede siláhı başıma dayadı
Mabeyinci Fahri Bey, Sultan Abdüláziz'in en yakınındaki birkaç kişiden biriydi. Hükümdarın 1876'da tahttan indirilip öldürülmesinden dört yıl sonra zamanın padişahı İkinci Abdülhamid'in emriyle tutuklandı, cinayete iştirakle suçlanıp Yıldız Sarayı'nda kurulan özel mahkemeye çıkartıldı.
FahriBey mahkeme öncesinde suçunu itiraf etmesi için günlerce işkenceden geçirildi. İşkencelerde bizzat Sultan Abdülhamid de hazır bulunuyordu ve Fahri Bey masum olduğunu söylemekten başka tek bir söz etmedi. Mahkemede idama mahkum oldu, cezası müebbed hapse çevrildi ve aralarında Midhat Paşa'nın da bulunduğu on mahkumla beraber bugün Suudi Arabistan'ın sınırları içerisinde kalan Taif'e sürgün edildi. İstanbul'a ancak 28 yıl sonra İkinci Meşrutiyet'in ilánıyla dönebilen Mabeyinci FahriBey, gördüğü işkenceleri bir risaleye kaydetti ve risaleye ‘‘İbretnümá’’ adını verdi.
FahriBey'in ölümünden sonra uzun seneler ailesinde kalan risale 1968'de Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlandı. Aşağıda ‘‘İbretnümá’’nın günümüz diline naklettiğim bazı bölümleri yeralıyor. FahriBey'in kendisine bizzat işkence yapan padişahtan bahsederken ‘‘Zat-ı Şahane’’ ve ‘‘Efendimiz’’ gibi son derece saygılı ifadeler kullanmasını acı tebessümlerle karşılayacağanıza eminim.
‘‘...Sorguma on gün boyunca gece-gündüz eziyetle devam edildiği sırada padişahımız efendimiz de birkaç defa geldiler ve sorgumu perdenin arkasından dinleyip gittiler.
Bir sabah beni padişahın huzuruna çıkardılar. Efendimiz sözlerine bana hakaretle başladılar ve konuşmamı istediler. Gerçeği anlatmam üzerine efendimiz bana bizzat sille, tokat ve tekmeyle vurunca odada kim varsa güçleri ve kuvvetleri yettiğince öylesine vurdular ki anlatmam imkánsızdır. Padişahımız ise halime merhamet etmeyip elindeki bastonla beni dövdüler ve baston parça parça oldu. O sırada Hamdi Paşa bana vurmaktan yorulup bayıldı. Merhamet sahibi padişahımız efendimiz içeriye gittiler, Paşa hazretlerinin ayılması için bir şişe lavanta getirdiler.
Sonra Káğıthane İmamı geldi, pantalonumu ve donumu çözüp yumurtalıklarıma taktığı kıskacı burmaya başladı. Gözlerim karardı, ne olduğumu bilemedim ve bayıldım. Padişahımız efendimiz gülerek 'Bayıldı, yüzüne biraz su serpiniz' buyurdular.
...'Söylemeyecek misin?' diyerek üzerime yeniden hücum ettiler ve yeleğimle gömleğimiz düğmelerini çözmeye başladılar. Padişahımız efendimiz 'Nasıl olsa konuşacaksın, boş yere eziyet çekme ve kendine yazık etme' buyurdular. Derken pişmiş ve son derece ısınmış iki yumurtayı getirip birini sağ ve birini de sol koltuk altlarıma koyarak kollarımı sıkıca bastırdılar. Yumurtaların vücuduma, kalbime ve ciğerlerime verdiği acı her türlü derdin üzerindeydi. Feryada başladım.
Padişahımız efendimiz ertesi gün yeniden teşrif buyurup yanan sobanın kapağını açtırdılar ve beni sobanın önünde diz çöktürüp bellerindeki tabancalarını başıma tuttular. 'Kımıldarsan vururum seni' buyurdular. O sırada sol tarafımdan kızmış soba demiriyle boynuma dürttüler. Ateşin şiddetinden yağlarım erirken 'Allah Allah' diye feryád ediyordum. Padişahımız efendimiz 'Söyleyecek misin? İşte seni şimdi vuracağım' buyurunca ‘‘Ben ölüme hazırım’’ dedim. Bunun üzerine efendimiz 'Bu konuşmayacak' deyip beni sobadan geri çektiler ve tabancalarını bellerine soktuktan sonra tütün tabakalarını çıkartıp bana sigara káğıdı ve tütün ikram buyurdular'
Falakaya şiir bile yazılırdı
Falaka bir zamanlar günlük hayatın öylesine ayrılmaz bir parçasıydı ki zamanın hükümdarına muhalif olanların, mahalle mektebine yahut medreseye gidenlerin veya sıradan hırsızların ruyalarını süslemesi bir yana, edebiyatımıza bile girmiş, falaka için destanlar düzülmüştü.
Aşağıda eski zamanlardan kalan ve falakayı anlatan iki şiirden bazı mısralar yeralıyor. Şiirleri, vezinlerini bozmadan günümüz Türkçesine aktardım.
18. yüzyıldan gelen ilk şiirde, Haliç sahilinin güvenliğini sağlamakla görevli yeniçeri subayının falakaya yatırma yetkisini nasıl bir zulüm haline getirdiği anlatılıyor:
‘‘Kınalı saçları gül yağı sakal / Molla bozuntusu çorbacı çakal / Dayağa yıktı mı kopuk gençleri / Yahut külhandaki pırpırı beyi / Hırsını arttırır yalın ayağı / Ağzı sulanarak atar dayağı / Zannetme zálimi ki huzur ister / Pek de çok haşindir zalimden beter / Bıçkınca gençleri bastırıp faka / Yola getirmeye yarar falaka’’
Diğer şiir ise 19. yüzyılın sonlarından kalma. Beraber olma isteğini reddettiği kadının iftirasına uğrayınca Üsküdar karakolunda falakaya yıkılan genç bir tulumbacı için mahallelinin ağzından yazılmış:
''Lánetle yádolsun kahpenin adı / Bir güzelin şerri, fitne fesádı / Dayağa yıktırdı delikanlıyı / Öpülmeli iken o şáhta ayak / Nasıl kıyarsın da atarsın dayak?
Tulumbacıların önderi güzel / Ayak tozu yüzbin kahpeye bedel / Alçak dayakçıya lánet ederler / Öpülmeli iken o şáhta ayak / Nasıl kıyarsın da atarsın dayak?
Be zálim kırılsın kanlı ellerin / Ey káfir yüzülsün leş gibi derin / Cehennemin dibi ey şaki yerin / Öpülmeli iken o şáhta ayak / Nasıl kıyarsın da atarsın dayak?'' (Reşad Ekrem Koçu'nun ‘‘İstanbul Ansiklopedisi’’nden).
Yeter artık! Bırakın bu üçüncü dünya ülkesi gibi yayıncılığı
Kültür Bakanlığı, Aşık Veysel'in adını kullanarak her tarafından şark ucuzluğu ve yağcılık damlayan bir kitap çıkarttı. Yayıncılık tarihimizde eşi benzeri olmayan kitap esere adını veren Aşık Veysel'in resmi yerine tam sayfa bir Demirel fotoğrafıyla başlıyor, ve Veysel'e sıra Başbakan Bülent Ecevit'le Kültür Bakanı İstemihan Talay'ın yine tam sayfa resimlerinden sonra geliyor.
Kültür Bakanlığı ‘‘Aşık Veysel’’ adında bir kitap çıkarttı. Büyük boyda, iyi káğıda basılmış bol resimli bir kitap, daha doğrusu bir ‘‘Aşık Veysel Albümü’’.
Bakanlık, Veysel'in ailesinde bulunan fotoğrafları kitaplaştırmış, baskının iyi olması için masraftan kaçınmamış ve kesenin ağzını iyice açmış. Kitap hem Türkçe hem İngilizce çıkartılmış, dolayısıyla yabancıların da okuyabilmesi sağlanmış.
Böyle bir albümün başına sizce kimin fotoğrafının konması gerekir? Kitaba konu olan kişinin yani Veysel'in değil mi?
Ama öyle yapılmamış... Aşık Veysel'i anlatan albümün hemen başında bir başkasının tam sayfa fotoğrafı var: Cumhurbaşkanı Demirel'in... Ondan sonra gene tam sayfa bir diğer resim geliyor: Başbakan Ecevit'in. Bitmediii... Sayfayı çeviriyor, bu defa Kültür Bakanı İstemihan Talay'la teşerrüf ediyorsunuz ve o da tam sayfa. Her üçü de kitaba ‘‘Aşık Veysel iyiydi, hoştu’’ gibisinden on beşer satırlık önsözler yazmışlar ve bu önsözlerin yanına koskoca fotoğrafları konmuş. Kitaba konu olan ve yayına ismini veren Aşık Veysel'in fotoğrafı ise işte devlet büyüklerimizden boy boy suretlerinden sonra geliyor.
Türkiye böylesine bir yağcılığa, yani bir bakanlık yayınının başına devlet büyüklerinin sıra sıra resimlerinin konması ilkelliğine tarihinin hiçbir döneminde sahne olmadı. Ne Osmanlı, ne cumhuriyet dönemlerinde... Kalitenin hakim olduğu Atatürk yahut Milli Şef dönemlerinde düşünülmesi bile imkánsızdı. Her tarafından vıcık vıcık şark ucuzluğu ve yağcılık damlayan bu biçim yayıncılığa Saddam'ın Irak'ında da rastlanmadı, Esed'in Suriyesi'nde de, Çavuşesku'nun Romanya'sında da... Patagonya'da yahut muz cumhuriyetlerinin herhangi birinde olup olmadığını ise maalesef bilemiyorum.
Aşık Veysel'in isminin arkasına sığınılarak çıkartılan bu tabasbus risalesini gazetelerdeki köşelerinde öve öve göklere çıkartan kalem erbabını zevkleriyle başbaşa bırakıyorum ama Kültür Bakanı İstemihan Talay'a şimdi önemli bir görev düştüğünü hatırlatmadan edemeyeceğim: Başında bulunduğu bakanlığı böyle bir kitap çıkartmakla basit, ilkel ve geri kalmış bir üçüncü dünya ülkesi yayıncısı seviyesine indiren ‘‘Halk Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü’’nü iyice bir araştırıp geliştirmek...
Paylaş