Paylaş
Hazreti Muhammed'i bizzat görmüş ve onun yanında bulunmuş olanlara 'sahabi' denir. Sahabilerin nereye ve nasıl defnedildiklerini, türbelerinin bugün ne vaziyette olduklarını bilmem hiç merak ettiniz mi? İşte, peygamberin en yakınında bulunan bu kişilerin Mekke'de bugün artık 'varolmayan' türbelerinin öyküsü...
Dualarda ve dini sohbetlerde 'sahabe'den yani Hazreti Muhammed'i bizzat görmüş ve onun yanında bulunmuş olanlardan sıkça bahsederiz. Bu kişilerin ölümlerinden sonra nereye ve nasıl defnedildiklerini, türbelerinin bugün bilinip bilinmediğini bilmem, hiç merak ettiniz mi? Mekke'deki sahabiler, Kábe'nin birkaç kilometre ötesindeki bir mezarlığa defnedilirlerdi. 'Cennetu'l-Muallá' denilen bu yer İslámiyet öncesi dönemlerden beri Mekkeliler tarafından mezarlık olarak kullanılırdı. Hazreti Muhammed'in dedesi, amcası ve ilk eşi Hazreti Hadice buraya defnedilmişti ve Mekke'nin fethinden sonra ölen sahabilerin türbeleri de buradaydı. 17. asırda yaşayan Evliya Çelebi Cennetu'l-Muallá'dan bahsederken burada yetmiş beş adet kubbeli türbenin bulunduğunu, ama Hazreti Muhammed'in dedesiyle amcasının türbelerinin üzerinde kubbe olmadığını ancak yerlerinin bilindiğini yazıyordu. Hazreti Hadice'nin kabrinin tam yeri, 14. yüzyıla kadar bilinmiyordu. Kabrin yeri, bir Mekkeli'nin 1329'da gördüğü bir rüyayla belirlendi ve 16. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman tarafından üzerine kubbeli bir türbe yapıldı, ayrıca aylıklı bir de türbedar gönderildi. Cennetu'l-Muallá'daki son restorasyonu 1879'da zamanın hükümdarı Abdülhamid yaptırdı. Başta Hazreti Hadice'ninki olmak üzere türbeler baştan aşağı elden geçirildi. Ve konunun en acı tarafı: Mekke'nin Türk hakimiyetinden çıkması, Cennetu'l-Muallá'nın da sonu oldu. Arap yarımadasını ele geçiren ve bugünkü Saudi hanedanının kurucusu olan Abdülaziz bin Saud, 1925'te Cennetu'l-Muallá'daki bütün türbelerin yıktırılmasını ve mezar taşlarının kaldırılmasını emretti. Abdülaziz'in bağlı olduğu Vehhabi mezhebine göre mezarların yerlerinin belli olmaması gerekiyordu. Cennetu'l-Muallá'da kimin nerede gömülü olduğunun unutulması ve artık bilinmemesi için elden gelen herşey yapıldı. Hazreti Muhammed'in akrabalarıyla sahabilerinin türbeleri kazmalarla dümdüz bir hale getirildi, arazinin altı üstüne getirildi ve Cennetu'l-Muallá herkesin defnedilebildiği sıradan bir halk mezarlığına çevrildi. Mekke'deki sahabi mezarlığının öyküsü, işte böyle ve bu sayfada gördüğünüz fotoğraflar da zaten herşeyi apaçık anlatıyor. Bir de Medine'de Medineli sahabilerin defnedildiği bir başka mezarlık daha var ki, onun hüzünlü hikáyesini de yarın okuyacaksınız.
Sultan Abdülmecid
Tanzimat hareketlerinin ilerlemeye başladığı devirde, 1839'da tahta geçen Abdülmecid, devlet işleri arasında hat sanatına da merak salarak devrin ünlü hattatı Mahmud Celáleddin'in öğrencisi Tahir Efendi'den altı çeşit yazı ve celi türü dersleri alarak yetişti. Önce Tahir Efendi'den, daha sonra da devrinin en büyük hattatlarından olan Kazasker Mustafa İzzet'ten de ikinci bir icazetname aldı. Sultan Abdülmecid, klasik Osmanlı celi yazısına aykırı bir ekol kuran Mahmud Celáleddin'in üslubunu izledi. Yazdığı levhalara tezhip yaptırıp genellikle vezirlerine hediye ederdi. Yazıda Üçüncü Ahmed ve İkinci Mahmud kadar mahir değilse de hat tarihinde önemli bir yere sahiptir ve İstanbul'daki bazı camilerde yazıları vardır.
Gökteki ayın her devri Hazreti Muhammed’e işarettir
Eskiler en önemli yıldızların yedi adet olduğuna, her birinin bir devrinin bulunduğuna, bu devirlerin bin veya yedi bin yıl sürdüğüne ve kıyametin bütün bu devirlerin tamamlanmasından sonra kopacağına inanırlardı. Son devir 'ay devri' yani 'devr-i kamer'di ve bu son dönem Hazreti Muhammed'e aitti.
Bugün 'gezegen' kabul edilen bazı gök cisimleri eskiden 'yıldız' sayılırlardı ve en önemli yıldızlar yedi adetti: Satürn, Jüpiter, Mars, Güneş, Venüs, Merkür ve Ay (o devirlerdeki isimleriyle Zuhal, Müşteri, Mirrih, Şems, Zühre, Utarid ve Kamer).
Eski inançlara göre bu yedi yıldızın her birinin bir devri bin yıl sürerdi. Bazıları ise her devrin yedi bin yıl, yıldızların tamamının devrinin de 49 bin yıl olduğunu söylerler ve kıyametin bütün bu devirlerin tamamlanmasından sonra kopacağına inanırlardı.
Yine bu inançlara göre, Satürn'ün devri Adem Peygamber'in devriydi. Satürn'ün eski karşılığı olan 'Zuhal' kelimesi Ebced hesabında yani Arap harflerinin her birinin bir sayı ile gösterilmesi temeline dayanan hesaplama sisteminde 'Adem' kelimesine eşitti ve değeri 45'ti. Bu, eskiler tarafından son derece önemli bir pek mühim bir rastlantı kabul edilmişti.
Yedi yıldızın altı tanesi artık devirlerini tamamlamışlardır. İçinde bulunduğumuz devir 'Devr-i Kamer' veya 'Kamer devri', yani Ay'ın devir zamanıdır ve Hazreti Muhammed işte bu devirde zuhur etmiştir.
Kamer devri eski Yunanlılarda da vardır fakat başka bir şekilde yorumlanmıştır ve bizdeki kamer devriyle pek bir alákası yoktur. Güneş ve ay, on dokuz senede bir dünyaya oranla gökyüzünün aynı noktasına gelirler. Bu durumda aybaşlarıyla ayın on beşinci geceleri her on dokuz senede bir önceki miládi ayların günleri ile birleşir. 'Meton' adlı bir Yunanlı tarafından Miláttan 433 yıl önce keşfedilen bu hadiseye Yunanlılar pek ziyade önem vermişler ve bu yılları mabedlerinde mermer levhaların üzerine altın suyu ile yazmışlardır.
'Devr-i kamer' kavramı edebiyatımıza, özellikle de şiirimize kadar girmiştir. Şairlerimizin 'devr-i kamer' sözüyle kastettikleri, ayın ardarda on iki burca girmesinden meydana gelen devir değil, doğrudan doğruya Devr-i Muhammedi, yani Hazreti Muhammed'in devri, zamanıdır. Gerçi yıldızların hareketinden hüküm çıkaran ve 'Melhame' denilen kitaplarda kamer devri hakkında birçok yazılar vardır, bunmların hemen tamamı saçma sapan hükümlerden ibarettir fakat asıl devr-i kamer, 'Devr-i Muhammedi'dir. Bu devirde hem Hazreti Muhammed zuhur etmiştir, hem de kıyametten önceki fitneler, zamanda yaşanacak ve kıyamet de bu devirde kopacaktır. Hazreti Muhammed'in ayı ikiye bölmesini, bu devrin 'Peygamberin kendisine aid olduğuna' dair bir alamet olarak yorumlayanlar da vardır.
Kamer devrinin edebiyatta kullanılışı sevgiliyle alákalıdır. Sevgili de kamer devri gibi áşığının ruhunda fitneler koparmaktadır ve bu yüzden şairlerimiz tarafından mecazi olarak 'fitne-i devr-i kamer' sözüyle nitelenir..
Sakız böreği
Suluca açılmış kadayıf hamuru ve has un, yeteri kadar su ile çalkalanıp kubbeli demir saç üzerine kepçe ile dökülür. Yufka, kızarmadan önce kaldırılır ve saçın üzerine bir başkası konur. İstenen miktarda yufka bu şekilde yapıldıktan sonra uygun boyda bir tepsi biraz yağlanır. Beş adet yufka tepsiye yerleştirilir ve üzerine soğanla kavrulmuş kıyma dökülür. Bunun üzerine sayısı beş ile on arasında yeniden yufka iláve edilir ve en üsttekine çok az yağ sürülür. Fırında altına ve üstüne kömür yerleşirilerek iki taraflı pişirilir.
Paylaş