Murat Bardakçı: Papalar sakladı, Museviler yayınladı

Murat BARDAKÇI
Haberin Devamı

‘‘Kumran Tomarları’’, Hristiyanlığın ve Museviliğin bilinen en eski yazılı kaynaklarıydı. 1946'da Ürdün'de, Kumran köyündeki bir mağarada bulunmuş ve her iki dinin karanlıklar içindeki bazı dönemleri bunlar sayesinde aydınlanmıştı ama başlayan din; tartışma elli seneden beri bir türlü bitmemişti. Ben, senelerdir merak ettiğim bu tomarları geçen ay nihayet görebildim.

Senelerdir merak ettiğim ve görmeye can attığım binlerce yıllık bir kolleksiyonu, tadına vara vara nihayet seyredebildim.

Bunlara ‘‘Kumran Yazıları’’, ‘‘Kumran Tomarları’’, veya ‘‘Ölüdeniz Tomarları’’ denirdi. Bazısı İbranice, bazısı da artık ölü bir dil olan Aramca ile káğıt, deri yahut bakır plakalar üzerine kaydedilmiş 600 civarında elyazmasıydılar. Hristiyanlığın ve Museviliğin bilinen en eski yazılı kaynakları sayılırlardı, ortalama iki bin yaşındaydılar, bundan yarım asır önce bulunmuşlardı ve ortaya çıkartılmalarından hemen sonra dinler tarihi, özellikle de Hristiyanlığın ilk devirleri üzerine başlayan tartışma bugün de devam etmedeydi.

‘‘Kumran Yazıları’’ bulundukları yerin, yani İsrail'le Ürdün arasındaki Ölüdeniz'e birkaç dakika mesafede bulunan Kumran köyünün ismiyle tanınıyorlardı. İlk sayfalar 1947'de bir mağarada ortaya çıkartılmış, tamamının bulunuşu bir hayli maceralı olmuş, korku ve macera filimlerine rahmet okutacak sahneler yaşanmıştı. Çok önemli, hatta önemden de öte özelliklere sahiptiler. Hristiyanlığın ilk günleriyle Museviliğin binlerce sene öncesindeki unutulmuş safhaları bu yazılar sayesinde aydınlanmış, iki din aralarında sistem ve ibadet ilişkisi Kumran yazılarıyla kurulabilmişti.

Kumran Yazıları'nı görebilmek bana üç hafta önce Kudüs'te kısmet oldu. Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu'nun Kuruluşu'nun 700. yılı münasebetiyle hazırlanan kutlama programı çerçevesinde İsrail'de etkinlikler yapıyordu ve Kudüs Müzesi'nde bir ‘‘Türk Halıları Sergisi’’ açılacaktı. Kültür Bakanı İstemihan Talay'la beraber İsrail'e giden heyetteydim. Sergiyi İstanbul'daki Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nin müdiresi Dr. Nazan Ölçer hazırlamıştı ve açılıştan önce bir kokteyl veriliyordu. Kokteyl sırasında, İsrailli müzecilerden tomarların bulunduğu bölümü ziyaret edip edemeyeceğimi sordum. Bir Türk gazetecisinin onlar için son derece kutsal olan belgeleri görmek istemesinden memnun gibiydiler, ‘‘Tabii ki’’ dediler ve hep beraber Kumran seksiyonuna gittik.

Artık, iki bin sene öncesinin günlük kayıtlarının saklandığı büyük salondaydık. Girişe, içerisinde ilk yazıların bulunduğu küpler yerleştirilmişti ve káğıt, deri yahut bakır plakalar üzerine kaydedilmiş metinler geniş salonun dört bir yanından ziyaretçilere Kumran'da iki bin sene önce yaşamış sessiz bir topluluğun sırlarını nakletmedeydi...

Ama en eskisi oldukları söylenen 20-25 adet yazıda bir gariplik vardı... Asırlar öncesinin elyazmalarına áşina olanlara ‘‘Biz pek o kadar eski değiliz’’ der gibiydiler. İsrailli müzecilere ‘‘Bunlar yeni, hem de çok yeni’’ diyecek oldum ve hemen ‘‘Ne münasebet’’ diye bir karşılık geldi. Bazı sayfaların taklit olduğunu, tartışma belgelerin káğıdıyla mürekkebine kadar uzayınca kabul ettiler: Kumran Yazıları'nın en eskileri çok yıpranmış vaziyetteydi, dolayısıyla ışıktan ve kalabalığın soluduğu havadan etkilenmemeleri için çok daha özel bir ortamda muhafaza ediliyorlardı. Kapılar gene peşpeşe açıldı ve birkaç dakika sonra havasından nemine ve ışığına kadar her şeyi çok daha detaylı bir elektronik kontrolün altında tutulan ayrı bir seksiyona alındık. Ölüdeniz Tomarları'nın en eski sayfaları Hazreti Musa'nın, İsa'nın ve havarilerin sözlerini şimdi uzun bir vitrinin gerisinden nakletmede; Roma döneminde sığındıkları mağaralarda ölüm korkusu altında ibadet eden toplulukların öyküsünü anlatmadaydılar.

Burada Kumran Yazıları'ndaki ifadelerin ayrıntısına girmeyecek, sadece Museviler'in ‘‘Bu belgeler Hristiyanlığın yeni bir değil, bizden çıkmış değişik bir inanç sistemi olduğunun ispatıdır’’ dediklerini, Vatikan'ın ise belge metinlerinin yayınlanmasına her zaman karşı çıktığını söylemekle yetineceğim. Ama bir hususu daha ifade etmem lázım: Ortadoğu'nun ve dinler tarihinin bu çok önemli belgelerini birkaç santim mesafeden seyretme şansına sahip olabilmek çok ama çok zevkli bir his...

Bu Karakuşî fetvayı hangi

alláme hukukçu verdi?

Kültür Bakanlığı'nın hukukçuları bir yönetmelik değişikliği yapıp 'Eski eser kolleksiyoncuları bundan böyle kolleksiyon yapamayacak lar' diyen Karakuş; bir fetva çıkarttı. Bu değişiklik tek bir işe yarayacak: Bütün toprakaltı eserlerin dışarıya kaçırılmasına...

Türkiye'nin ‘‘gerçek’’ eski eser meraklıları, yani para-pul, menfaat yahut sınıf atlamak maksadıyla değil sadece zevkleri ve kültürleri istediği için eser toplayan müzelere kayıtlı kolleksiyonerler bugünlerde hayli teláş içindeler.

Sebebi, ‘‘Korunması Gereken Taşınır Kültür ve Tabiat Varlıkları Kolleksiyonculuğu Yönetme-liği’’nde yapılan bir değişiklik. Kültür Bakanlığı'nın kafaları hálá yüzyıl başında yahut tek parti döneminde kalan birkaç işgüzar memuru kalkmış, ‘‘Eski olan ne varsa devlete ait olmalı, dolayısıyla şahıslar eski eser toplayamamalı. Hadi yönetmeliği değiştirelim’’ demişler, oturup değiştirmişler, bakanlığa da yönetmeliğin yeni şeklini Resmi Gazete'de yayınlatıp yürürlüğe sokmak düşmüş. Bütün bunların üstüne bakanlığın alláme hukuk müşavirlerinden de bir fetva çıkmış ve ‘‘kolleksiyoncular bundan böyle hiçbir şey alamayacak ve birbirlerine devredemeyecekler’’ buyurulmuş. Aslında ‘‘Eski eser meraklılarının hepsinin kelleleri tiz urulup malları müsadere oluna’’ diyeceklermiş ama dilleri varmamış.

Bakanlıktakilerin bu kerametini, kolleksiyonculara tebliğ vazifesi de müze müdürlerine düşmüş. Her bir paragrafı yedi satır uzunluğunda olan, ne söylediği tam olarak hiçbir şekilde anlaşılmayan mektuplar yollanmış ve mealen ‘‘Artık eser meser toplayamaya-caksınız. Bu iş buraya kadar!’’ demişler.

Kolleksiyoncular şimdi işte bu yüzden teláş içinde ve hepsi ‘‘Bu iş elimizdeki eserlere el koymaya kadar gider mi?’’ korkusunda...

Kültür Bakanı İstemihan Talay'ın yönetmelik rezaletine el attığını ve ayakları yere basan yeni bir metin yayınlayacağını biliyorum ama bakanlığın alláme hukukçularına hatırlatmadan da edemeyeceğim: Bu yönetmelik tek bir işe yarar: Toprakaltı eserlerin Türkiye dışına kaçırılmasına. Zira kolleksiyonculuk yasaklanınca piyasadaki mal kaçak meta haline gelir.

Şu hususları da artık bilmeniz, öğ-renmeniz ve anlamanız gerekmektedir: Eski eser kolleksiyoncuları hırsız, müzeciler polis değildir. Bütün dünyanın toprakaltı değerlerin korunması için artık özel müzeleri ve kolleksiyoncuları teşvik ettiği bir devirde birkaç kişi bazı işler çevirdi diye bütün kolleksiyoncuları töhmet altında bırakmak, onlara eski eser hırsızı gözüyle bakmak ve müzecileri zaptiye konumuna getirmek ise ya cehalettir, yahut seneler öncesine kalmış siyasi bir kafa!..

Sizler bu yasakçı kafada devam ettikçe günün birinde Sultanahmet'teki koskoca Dikilitaş'ın bile uçup gideceğinden emin olun.

Bedevisi, papazı ve CIA'i hep oradaydı

Muhammed el Dib, Tamire kabilesine mensup genç bir Bedeviydi. 1946 sonbaharında bir sabah, Ölüdeniz'in kuzeybatısındaki Kumran köyünün etrafında dolaşırken gözüne bir mağara girişi çarptı. Oyuğu genişletti ve içeriye girdi.

Önce, iki adet büyük küp gördü. Taaa Romalılar'dan kalma el değmemiş bir hazine bulduğunu zannetti ve küplerin kapağını açtı. İçlerinde birşeyler vardı ama Roma altınıyla değil, tomar tomar káğıtla doluydular.

Ortadoğu'nun ve dinler tarihinin çok önemli belgeleri işte böyle bulundular.

Muhammed el Dib, küplerden çıkanları hemen Betlehem'de dükkánı olan Halil İskender Şahin isminde bir bir antikacıya sattı. Sonra yeniden mağaraya döndü, etrafı kazmaya başladı, başka tomarlar bulunca götürüp onları da sattı. Tomarlar birkaç hafta sonra Kudüs'teki Suriye Ortodoks patriği Mar Athanasius Yeşua Samuel'in elindeydi. Artık Ölüdeniz sahillerinde Bedevilerle papazlar heryeri beraberce kazmaya başlamışlardı ve ortaya peşpeşe mağaralar çıkıyordu. Kumran'da iki bin yıl önce gizli bir komünal hayatın varolduğu, binlerce kişinin Roma askerlerinin korkusundan mağaralara sığındığı ve bu mağaralarda sonraları ‘‘Kumran okulu’’ denecek olan dini bir medeniyetin doğduğu bu amatör kazılar sayesinde öğrenilecekti.

Musa’nın emrini rüzgár götürdü

Etrafta bir ‘‘Kumran Yazıları’’ söylentisi başlayınca işe CIA de karıştı ve Şam'daki CIA şefi Miles Copeland bazı tomarların mikrofilmini çekip Amerika'ya gönderdi. Çekim açık havada yapıldı ve bazı komiklikler yaşandı; meselá esen sert bir rüzgár bazı sayfaları uçurup götürdü ve Tevrat'ın en eski nüshasına ait olan bu sayfalar bir daha hiç bulunamadı.

Artık 1950'lere gelinmiş, İsrail devleti kurulalı birkaç sene olmuş ve tomarlarla İsrailliler de uğraşmaya başlamışlardı. Suriyeli Patrik Mar Athanasius o sırada bir iş etti ve elindeki yazıları Amerika'ya kaçırıp New York'taki bir bankanın kasasına sakladı. Aynı günlerde Bedevilerle beraber Amerikalı ve Ürdünlü arkeologlar Kumran'da kazılmadık yer bırakmıyor, her biri beşer odalık yeni mağaralar buluyor ve tomar tomar metin çıkartıyorlardı. 1954'ün 1 Haziran'ında ise Wall Street Journal'de görünen ve ‘‘İsa'dan önce ikinci yüzyıldan kalma kutsal metinler satılıktır. İlgilenenlerin PK F206'ya müracaatları’’ diyen ilán hernedense sadece İsrailliler'in dikkatini geçti. Patrik Mar Athanasius ölmüş, oğlu New York'taki tomarları satışa çıkartmıştı. İsrailliler 250 bin dolar verip hepsini satın aldılar. Tomarlar New York limanında bekleyen bir İsrail gemisine yerleştirildi ve Amerika'dan kaçırılıp İsrail'e getirildi.

Bizim Kudüs'te ziyaret ettiğimiz Ölüdeniz Tomarları'nın öyküsü, kısaca işte böyle. Kumran Yazıları'nın sadece birkaç sayfasının yayınlanmasından sonra başlayan tartışma ise bugün de devam ediyor.



Yazarın Tüm Yazıları