Paylaş
Kendisini karşılamayan başhekimi ‘‘Terbiyesiz herif!’’ deyip odadan kapıdışarı eden Sağlık Bakanı Osman Durmuş, böyle yapmakla ‘‘Devletin itibarını koruduğunu’’ söyledi. Elhááák, doğru. Devletin itibarını bu şekilde korumak devlet büyüklerinin önde gelen vazifelerindendir ve bu büyükler vazifelerini láyıkıyla yerine getirebilmek için ‘‘küçüklerine’’ ağızlarının payını tarih boyunca hep böyle veregelmişlerdir. İşte, birkaç örnek...
Elçileri bile dövüp kapı dışarı ederdik
Osman Durmuş’un ‘‘Terbiyesiz herif, çık dışarı!’’ hitabına mazhar olan başhekim Dr. Mehmet Usta bu işi eski devirlerde etmiş olsaydı, şansı varsa en azından sıkı bir dayak yerdi, zira biz yabancı elçileri bile pataklayıp kapıdışarı ederdik.
Meselá 1670'lerde, Avcı Mehmed'in saltanatı sırasında Fransa'nın İstanbul'da elçiliğini yapan Marquie de Nointell'in başına gelenler gibi...
Elçinin derdi, padişahtan Basra Körfezi'ndeki Fransız gemilerine bayrak çekme hakkını alabilmekti. Padişahın huzuruna çıkmadan önce, saray görevlileri, uyması gereken protokol kurallarını günler öncesinden kadar anlattılar ve ‘‘Sakın ola ki hükümdarın yüzüne bakma ve sadece sadrazamla konuş’’ dediler. O zamanlarda padişahın yüzüne bakmak yasaktı, çünki padişah ‘‘Zıllulah-ı fi'l-álem’’, yani ‘‘Allah'ın gölgesi’’ sayılır, dolayısıyla o gölge seyredilemezdi.
Marquie de Nointell huzura çıktı, derdini anlatmaya başladı, bir ara çoştu, kendisine öğretilenleri unuttu ve kafasını kaldırıp doğrudan Avcı Mehmed'e hitap etmeye başladı. Padişah birkaç saniyeliğine elçiyi dinledi, sonra sadrazamı Fazıl Ahmet Paşa'ya döndü ve ‘‘Herife söyle, benimle değil seninle konuşsun’’ dedi. Tercüman hükümdarın sözlerini nakledince elçi birdenbire küstahlaştı, elindeki káğıtları yere fırlattı, hükümdara daha yüksek sesle hitab etmeye başladı ve olan oldu: Tahtın iki yanında bekleyen eli sopalı muhafızlar küstah sefirin üzerine çullandılar. Önce ensesinden bastırıp kafasını eğdiler, sonra da hükümdarın huzurunda bir araba sopa çekip ‘‘Haydi, yallah terbiyesiz!’’ deyip kapıdışarı ettiler.
‘Bre karpuz kıyafetli pezevenk!’
Günlerdir Osman Durmuş'un başhekime çektiği fırçayı tartışıyoruz.
Bana sorarsanız, Sağlık Bakanı Osman Durmuş başhekimi fırçalamakta haklıydı. Zira başhekim ziyarete gelen bakanı karşılamak yerine odasına kapanmakla ‘‘makama karşı saygısızlık’’ ediyor, Osman Bey ise geleneğe uyuyorda. Bakan, devletin itibarını asırlar öncesinin metodlarıyla ve ifade biçimiyle, kısacası geleneksel tarzda korumuştu.
Devletin itibarını muhafazanın yolu ilk aşamada devlet büyüğünün ‘‘küçüğünü’’ haşlamasından geçerdi ve tarihimiz bunun örnekleriyle doluydu. Hükümdarından sadrazamına, paşasından kadısına kadar devletin itibarını, şerefini ve de haysiyetini korumakla mükellef olanlar muhataplarına hep bu şekilde hitap etmişlerdi.
İşte, bu hitap biçimlerinden birkaç küçük örnek:
‘Köstebek kılıklı herif! Hain!’
SULTAN İBRAHİM (1645):
‘‘Bre karpuz kıyafetli pezevenk!..’’ (Hükümdarın, şişmanlığıyla meşhur sadrazamı Semin Mehmed Paşa'ya kızgın olduğu günlerde yazdığı mektuplarda kullandığı hitap şekli).
SULTAN ABDÜLMECİD: (1850'ler):
‘‘Köstebek kılıklı herif! Hain! Sen devletine de, dinine de, padişahına da hainsin; üstelik kaatilsin. Bu işlere hep sen sebep oldun’’ (Kızı Fatma Sultan'ın piyasaya binlerce altın borç yaptığını öğrenmesi üzerine, kızının kocası olan damadı Ali Galip Paşa'yı huzurundan kovarken söyledikleri).
SADRAZAM AHMED VEFİK PAŞA (1882):
‘‘Kalk, s...tir git kerata! Namussuzlardan şikáyet etmek bizim gibi namusluların hakkıdır. Senin gibi rezillerin şikáyete hakkı yoktur’’ (Kendisine yaranmak için başkalarını çekiştiren bir misafirini yalısından kovarken söyledikleri).
SADRAZAM REŞİD PAŞA (1840'larda):
‘‘Bu herif cıvık sabuna benzer. Onunla ne el yıkanır, ne de çamaşıra gelir’’ (Sonraki senelerde sadrazamlığa getirilecek ve ‘‘Nedimof’’ diye anılacak olan Mahmud Nedim Paşa'dan bahsederken).
ŞAİR-KADI VEHBİ (1790):
‘‘Babanı belki anan kahpe dahi bilmez idi’’ (Asıl mesleği kadılık olan şairin, Zağra'da görev yaparken azledilmesinden hemen sonra yerine gelen yeni kadı tarafından hapse atılması üzerine halefini hicvetmek için yazdığı şiirden).
YUSUF KÁMİL PAŞA (30 Mayıs 1876):
‘‘Paşa hazretleri, iyi bok yediniz!..’’ (Sultan Abdüláziz'in tahttan indirilip yerine Beşinci Murad'ın çıkartıldığını öğrendiği zaman, hükümdarı devirenlerden Sadrazam Rüştü Paşa'ya söylediği söz).
SULTAN ABDÜLMECİD (1840'ların sonunda):
‘‘Şu eşşek herife bak! İki hükümdarın birbirine verdiği nişanın kıymeti ölçülür mü? Bunların verilmesinin maksadı hükümdarların birbirlerine gösterdikleri karşılıklı saygıdır’’ (Zamanın Savunma Bakanı Rıza Paşa'nın, Rus Çarı tarafından Abdülmecid'e yollanan Saint Andre nişanını ‘‘Pek birşey değilmiş, sadece altınmış’’ diye küçümsemesi üzerine).
Prens Pipi’nin dedesi bize sahte mücevher dağıtmış
Osmanlı ailesinin New York'ta yaşayan reisi Osman Ertuğrul Efendi'den bir mektup aldım. Hannover'in sidikli prensi Ernst hakkında birkaç hafta önce yazdığım yazıyı internetten okuduğunu söylüyor ve Ernst'in büyükbabası olan Alman İmparatoru İkinci Wilhelm'in rahatça def-i hacet edebilmesi için hususi helálar diktiğimiz 1889'daki İstanbul ziyareti sırasında hediye ettiği bir mücevherin sahte çıkışının öyküsünü anlatıyordu.
Birkaç hafta önce Hannoverli Prens Pipi'den sözetmiş, bizi Birinci Dünya Savaşı'na sokan Alman İmparatoru İkinci Wilhelm'in soyundan geldiğini anlatmış ve büyük dedesinin 1889 Kasım'ında Sultan Abdülhamid'in davetlisi olarak İstanbul'a geldiğinde de bir helá probleminin yaşandığını yazmıştım.
Osmanlı ailesinin New York'ta yaşayan reisi, yani Türkiye'de bugün Osmanlı yönetimi bulunsa ‘‘padişah’’ olarak tahtta oturacak kişi olan Şehzade Osman Ertuğrul Efendi'den bir faks aldım. Ernst'le ilgili yazımı internetten okuduğunu söylüyor ve çok enteresan bir hatırasını anlatıyordu: Alman İmparatoru, Osman Ertuğrul Efendi'nin büyükbabası Sultan İkinci Abdülhamid'i ziyareti sırasında padişahın kızı Refia Sultan'a som altın bir saat hediye etmiş ama seneler sonra saatin hakiki değil, kaplama olduğu ortaya çıkmıştı.
İşte, Osman Ertuğrul Efendi'nin yazdıkları:
‘‘Alman imparatoru İstanbul'a geldiği zaman, imparatoriçenin doğum günü ziyaretin tam ortasına rastlamış. Büyükbabam, yollayacağı çiçekleri koymak için eski kahve fincanlarına benzeyen, altın kafesli ve elmaslarla süslü bir çiçeklik yaptırtmış ve götürme vazifesini küçük kızı halam Refia Sultan'a vermiş. Halama Paris'ten getirtilen minyatür bir gece elbisesi giydirilmiş, Avrupa usulü reverans öğretilip bir de yaş günü tebriği ezberlerilmiş, sonra misafirlere yollanmış.
Refia Sultan kendisinden büyük boyda olan çiçek buketini elmaslı zarfıyla beraber imparatoriçeye takdim edip tebriği okumaya başladığı sırada İmparator kalkmış, halamı kucağına almış, iki yanağından öpmüş ve karısının kollarına vermiş. İmparatoriçe de halamı öpüp severken Wilhelm bir mücevher kutusu açmış, içinden altın bilezikli bir saat seçip hediye olarak halama vermiş.
Bu hadisenin üzerinden seneler geçti. 1924'te ailece sürgüne gönderildik. Halam Fransa'ya gidip Nice'e yerleşti. Bir Ramazan günü onların evine yatıya kalmıştım. Büyük babamın ve sonra da büyük amcam Sultan Reşad'ın saray kuyumcusu olan Jacques Efendi sık sık aileyi ziyaret eder, Yahudi olmasına rağmen iftara da kalırdı. O gün iftarda bu hikáyeyi Jacques Efendi'ye anlatırken halamdan saati göstermesini rica ettim. İhtiyar kurt saate sadece bir saniye göz attı ve ‘‘Kaplama’’ dedi. Koskoca Alman İmparatoru'nun sahte mücevher vereceğine inanamadık, saati ertesi gün bir Fransız kuyumcusuna gösterdik ve aynı cevabı aldık’’
Biz, dünya savaşına işte Prens Pipi'nin büyük dedesi olan bu Wilhelm'in oyunuyla girmiştik. İşin gerisini yorumlamak artık size düşüyor.
Paylaş