Paylaş
BİR kurumun, hem de bir Anayasa kurumunun yıldönümleri hep olaylı geçiyorsa, orada sorun var demektir. Haftabaşı yaşananlar, YÖK düzeninin ve üniversite sisteminin bütünüyle gözden geçirilmesini gündeme getirmezse olmaz.
Sorunlar, çoğu zaman sanılanın ve söylenenin aksine, yalnızca YÖK denen kuruluşun niteliğinden ya da dekanların o kurumca atanıp rektörlerin o kurumca aday gösterilmesinden kaynaklanmıyor. Bunlar, sorunların ancak bir bölümü. YÖK'ü ve atama-seçilme konularını aşan, bütün sistemi ilgilendiren sorunlar var.
Çağın ve ülkenin gereksinmelerine uygun insan gücü yetiştirme, yüksek öğretimi buna göre planlama ve kaynakları etkili kullandırma amacıyla yetkili bir merkez organının kurulmasına kimse itiraz etmiyor. Ama akademik kuruluşlar bakımından kurulması gerekli bir denge var ki Türkiye'de bir türlü becerilemiyor: yönetim etkinliği sağlama ile nitelikli akademik ortam yaratma arasındaki denge.
Üniversiteler ve fakülteler birer devlet dairesi ya da holding fabrikası değil. Oraların ‘‘iyi’’ yönetilmesi ile ‘‘nitelikli’’ akademik ortamlar halinde tutulması birbirinden kolayca ayrılabilecek amaçlar sayılamaz. Başarılı örnekleri az ve sağlanması zor olsa da, oraların başına geçenler, hem iyi yönetici, hem de akademik alanda saygın kişiler olmalı. Atanmaları yerine, insanların tüm nitelikleriyle daha yakından tanındığı ‘‘camia’’larca kendi içlerinden seçilmeleri yoluna gitmek bu açıdan önemlidir.
Elbette, böylesi, o makamlara gelecek olanlar için, geçici süre için de olsa, zamandan ve bilimsel araştırmadan büyük özveride bulunmak demek.
Ama, akademik meslek, zaten baştan aşağı büyük bir özveri değil midir?
Sorunların özüne inilirse, ülkedeki temel başarısızlığın da burada yattığı görülür: Bilime neredeyse ‘‘folklorik’’ bir saygı duyan, çocukları iyi yetişsin diye her türlü sıkıntıya katlanan ve yoksulluğunu unutup büyük para harcamayı göze alabilen insanların toplumunda, bu saygı, bu katlanış ve göze alış akıllıca bir yüksek öğretim politikası olarak örülüp örgütlenmiş değil.
Bir yanda kısık ödeneklerle, sınırlı araştırma olanaklarıyla ve düşük maaşlarla ayakta kalmaya çalışan özverili bir akademik kamu kesimi.
Öte yanda, ‘‘kazanç amacına yönelik olmamak’’ koşuluyla kurulmuş, fakat cılız burs programları yanında yüksek kamu ve öğrenci katkısıyla dönen bir akademik özel kesim: Olanakların güçlü, ama genç insanları alıp sürekli bir bilim kariyeri, bir ‘‘ocak’’ sıcaklığı içinde yetiştirme isteğinin zayıf olduğu, kimi holding anlayışıyla yönetilen, kimi İkinci Cumhuriyetçiliğin, kimi de tarikatçılığın sığınağı ve yığınağı olmuş vakıf üniversiteleri.
İki kesim arasında da, kızları ve oğulları iyi okusun diye çırpınan, dişinden tırnağından arttırdığını vermeye hazır, ama şaşkın anababalar.
Yirmi birinci yüzyıl Türkiye'sinde böylesine çelişkili ve kötü örgütlenmiş bir yüksek öğretim düzeni uzun süre ayakta kalamaz.
Paylaş