Paylaş
Üst düzeydeki görevleri arasında Harp Akademileri'ne de komutanlık etmiş olan emekli Orgeneral Kemal Yavuz'un ağzından, ‘‘artıHaber’’ Dergisi'nin 27 Haziran sayısında ilginç şeyler yazılmıştı. Konu, olası bir Türk-Yunan savaşı açısından karşılıklı durumların değerlendirilmesiydi. General, kara, deniz ve hava kuvvetlerinde Türk tarafının ‘‘nispi üstünlükleri’’ni sıraladıktan ve buna karşılık coğrafyadan gelen sınırlamaları saydıktan sonra, Türkiye'nin asıl ‘‘açık üstünlüğü’’nü Güneydoğu deneyimini de içeren eğitimde ve özellikle ‘‘sevk ve idare’’ unsurunda gördüğünü şöyle vurgulamaktaydı:
‘‘Yunanistan'da emir-komuta sistemini politikacılar oluşturur. Her hükümet, genelkurmay başkanından kuvvet komutanlarına kadar kritik yerlerdeki bütün generalleri değiştirir. Tamamen o partinin sempatizanı olanlar işbaşına gelir. Yunanistan, kurulduğu günden beri, bu fevkalade yanlış uygulamanın içindedir. Silahlı kuvvetlerini politikadan çıkaramamıştır; silahlı kuvvetler politikadan çıkmaya niyetlenmemiştir. Ama Türk Silahlı Kuvvetleri politikanın üzerinde ve uzağındadır. Politikayı izler, ama karışmaz. Ayrıca, politikacının da kendisine karışmasına mani olur. Bu sebeple, Yunanistan'a göre sevk ve idare üstünlüğümüz çok fazladır. Kara, deniz ve hava kuvvetlerimiz matematiksel olarak çok üstün gözükmese de, eğitimimiz ile sevk ve idaremiz bu görüntüyü çok farklı kılar.’’
Ordu ve siyaset ilişkileri konusunda son günlerde yeniden canlandırılmış olan tartışmaya açıklık getirecek bundan daha güzel giriş olamazdı.
Çünkü, konunun can alıcı yanı, ‘‘izlemek, ama karışmamak’’ kavramlarında saklı. Bu kavramları, politikanın kendine özgü alanını, yani iktidar mücadelesini de göz önünde bulundurarak açıklamak gerekiyor.
Evet, izlemek.
Kim, üzerinde yaşadığı ülkenin, içinde yaşadığı toplumun durumunu izlemeden durabilir ki? Hele kanıyla kurduğu ve koruduğu devletin durumunu?
Böyle bir izlemeyi hak, hatta ödev olarak görenlerin başında herhalde toplumla sürekli temasta olan ordu gelir. Üstelik, izleme sonuçlarını her türlü iktidar hesabının üstüne çıkarak en iyi değerlendirebilecek olan da odur. Sağlam verilere dayanan nesnel kurmay çalışması orada yapılır.
Evet, karışmamak.
Ama, karışmamak, seyirci kalmak demek değil ki. Doğrudan doğruya iktidar mücadelesine karışmayanlarımız da, basın, sendika, dernek, gönüllü kuruluş, üniversite ya da halk olarak tepki gösterip uyarıda bulunarak, ‘‘Şöyle olmasın, böyle olsun!’’ demiyor muyuz? Hele, durumu değerlendirişiyle, cumhuriyete karşı ciddi ‘‘tehdit’’ten söz eden bir ordunun uyarısı, bazen resmi kurullarda, bazen özel sohbetlerde şu ya da bu biçimde kendini gösteriyorsa, buna kulak vermek ve ‘‘İyi ki böyle uyarılar var’’ diye laik demokrasinin geleceği açısından sevinmek gerekmez mi?
Kimin kime karıştığı konusunda Yunanistan'daki gibi bir belirsizlik kadar, ordunun olupbitenlere ‘‘bigane’’ durduğu bir kayıtsızlık da tehlikeli olmaz mı? Başbakan'ın izinden giderek ‘‘Konuşmaması gerekenler konuşuyor!’’ diye yola çıkılırsa, ‘‘kuzuların sessizliği’’ cinsinden bir başka tehdit ortamına düşülür ki, cumhuriyete diş bileyen kurtların asıl istedikleri ortam da odur.
Paylaş