Paylaş
Böyle bir coğrafyaya yerleşmiş insanların bin yıldır çoktan birinci sınıf bir denizci topluma dönüşmüş olması gerekmez miydi? Ama öyle anlaşılıyor ki, Osmanlı'nın en yaygın ve zengin dönemlerinde bile deniz ticaretinin Rum donatanların elinde bulunuşu, yaraya yaraya, onların oluşturduğu bir burjuvazi eliyle bağımsız Yunan krallığının kurulmasına yaramıştır. Ege adalarını Balkan harplerinde kaybedişimiz ve Anadolu zaferinden sonra da geri almaya gücümüzün yetmeyişi denizcilikteki zayıflığımızdan kaynaklanmamış mıdır?
Oysa, her yanı denizlere açık, hatta denizler ortasında duran bir ülkenin bu konumunu akıllıca değerlendirip çevresindeki ticaretin taşımacılığında da en büyük payı elinde bulundurulması gerekirdi.
Nerede o tutum? Türkiye'nin kendi dış ticaretinde ulusal bayrağıyla yaptığı deniz taşımacılığının payı bile ancak yüzde 32'dir. Üstelik, 10 milyon dedveyt tonajla dünyada 18. sıraya çıkmış bir filo için bu pay, sürekli artacağına, son yıllarda hep düşmektedir. 1994'te Türk bayraklı gemilerin dışsatım ve dışalımdaki toplam payı yüzde 50'yi aşmaktaydı.
Florya önlerinde parçalanan tankerin yarattığı kirlilikten çok söz edildi de, kimse Bulgaristan'dan Ambarlı'ya karayakıt taşıtmak için bula bula neden Volganeft şirketine ait köhne Rus nehir gemisinin bulunmuş olmasını sormadı.
Filo içindeki tanker oranı şimdi yüzde 9'a düşmüş olsa da, Türkiye'deki özel ya da resmi donatanların elinde o büyüklükte hiç mi gemi yoktu?
Türkiye gibi bir ülkenin deniz ticaret filosunu korumak için dışalım taşımalarında kendi bayrağını çekmiş gemilere öncelik tanınmasını şart koşması, hatta bu çeşit sözleşmelere prim vermesi çok mu yanlış olurdu?
Dahası, bu ne biçim denizcilik politikasıdır ki, orta büyüklükte bir Marmara lodosunda bile parçalanabilen çürük gemilerin ülke rıhtımlarına yanaşıp yük boşaltmasına göz yummaktadır? Uluslararası Denizcilik Örgütü'nün ‘‘SOLAS’’ başta olmak üzere çeşitli sözleşmelerle liman devletine tanıdığı yetkileri kullanma böyle mi olur?
En önemli nokta şudur: Türk kıyılarının ve boğazlarının çevresinde dönen taşımacılığın büyük ölçüde Türk denizcilerine geçmesi seyir güvenliği bakımından da ek bir güvence oluşturacaktır. Belli ki, Rus gemisinin parçalanışında, büyük denizlerde olduğu gibi iki yüksek dalga ortasında kalmak ya da tam ortadan tek dalgaya binmek gibi bir durum söz konusu değil; açık deniz seyri açısından zaten zayıf yapılı olan nehir gemisi, kaptanın pek iyi tanımadığı bir kıyıda sığlığa sürüklenerek kıçtan kuma oturmuş, bir ucu sabit kalıp öbür ucu dalgalarda zorlandığı için kağıt gibi yırtılıvermiştir.
Coğrafyasının kendisine sağladığı koşulları iyi kullanarak çok şeyin odağı olması gereken Türkiye, çevresindeki denizciliğin de merkezine oturup öne çıkmak zorundadır. Merkez olmadan, bitmez tükenmez ‘‘kıtalar arası köprü olma’’ edebiyatıyla bir yere varılamaz. Köprüler, eski çağlardan beri, gelip geçenin at tersinden mazot kirine kadar ancak pislik bıraktığı yerlerdir.
Paylaş