Paylaş
Türkiye, sanki dünyada kendi tutumunu değiştirmeyi gerektirecek hiçbir şey olmamış ya da önündeki tehlikelerin üstesinden gelebilecek kadar güçlü bir yapıya sahipmiş gibi eski politikalarla kendini aldatmaya devam edemez.
‘‘Asya veya Rusya krizleri bizi pek etkilemez; 20 milyar dolara yakın döviz rezervimiz var, atlatırız’’ demek, kendini ve bu ülke insanlarını aldatmaktan başka bir şey değildir. Ne yeryüzünün çeşitli köşelerinde olup bitenler yalnızca birkaç ülkeyi ve bölgeyi ilgilendiren geçici olaylardır, ne de Türkiye'nin yalnızca döviz rezervine güvenerek ciddi bunalımlara dayanabilecek kadar sağlam bir ekonomik ve sosyal yapısı vardır.
Aslında, bütün bir felsefe çöküyor.
1970'lerin sonunda Amerika'yla ve Batı Avrupa'yla başlayıp, dünyayı etkileyen bir ekonomik politika yaklaşımının sanıldığı kadar ‘‘evrensel’’ geçerlik taşımadığı herkesce anlaşılmıştır. Küreselleşme denen olayın ulaşıma, iletişime ve dünya piyasalarına açılıma ilişkin kaçınılmaz yönleriyle her ülkenin kendine özgü ekonomik gelişme stratejilerini birbirine karıştırmak bazı ülkelere çok pahalıya mal oldu. İlk zararlı çıkanlar, ‘‘Üçüncü Dünya’’ niteliklerini unutup ‘‘tek ideoloji’’nin rüzgârına kendilerini kaptıranlar ile eski sistemlerini çarçabuk dağıtarak kapitalist sisteme teslim olanlardır. Sonuç, onlar için, ‘‘Küreselleşmeyi böyle anlamak, emperyalizmin yeni biçimine teslim olmak demektir’’ diyenleri haklı gösterecek kadar açıktır.
Ama, tepkiler, yalnız oralarda değil, sağlam yapılı Batı ülkelerinde de kendisini gösterdi. Fransa ve İtalya'dan İsveç'e, en son da Almanya'da görülen sola kayma, derece derece, bu tepkinin hafif belirtileridir.
Türkiye ‘‘gelişme ekonomisi’’ denen ve 1930'lardan beri hayli deneyim kazandığı, belki de dünyanın yeni koşullarına ayak uydurma bakımından başka birçok ülkeden daha çok donanıma sahip olduğu bir gelişme kalkınmayı bırakıp, bu sözde ‘‘evrensel’’ ideolojiye kendini bırakıverecek kadar gelişmiş miydi?
Açılıp saçılmak ve kör piyasa koşullarına aşırı ölçüde güvenmek yerine, yeniden düzenlenmiş bir karma ekonomi yapısıyla hiç olmazsa stratejik boyutlarda planlanmış bir gelişme daha sağlıklı bir yapı doğurmaz mıydı? Thatcher, Reagan ve Özal buyurdu diye, başıboş bir gidişe, daha doğrusu gelişmiş ülkelerin güdümündeki bir sisteme kapılmanın alemi var mıydı?
Tablo ortadadır: Yaklaşık yirmi yıldır kronikleşmiş yüksek enflasyondan yakasını kurtaramayan bir ülke, gelip gidici sıcak parayla ve rant gelirleriyle dönen acayip bir ekonomi, geçim sıkıntısıyla tüketim çılgınlığı arasında bocalayan dengesiz, güvencesiz ve sağlıksız bir toplum.
Bu durumda, ‘‘Ekonomik ve sosyal yapımız güçlü; temel tutumumuzu devam ettireceğiz’’ demek mi doğrudur, yoksa şöyle bir durup her şeyi yeniden düşünmek mi? Örneğin, kamu işletmelerini şu düşük konjonktürde yok pahasına elden çıkarmak mı akıllıcadır, yoksa yaklaşan tehlikelere karşı ekonomiyi yönlendirmekte kullanılabilecek olan araçları düzeltmek ve güçlendirmek mi?
Böyle düşününce, kimilerinin ‘‘Satışlarda geç kaldık’’ dövünmesi yerine ‘‘İyi ki elden çıkarmamışız’’ tesellinin gelmesi bile mümkündür.
Yanlış yolda hâlâ ısrar edip sonuçta büsbütün yaya kalmamak koşuluyla.
Paylaş