Paylaş
BAHÇENİN dibine, eskisinin arkasına yaptırdığı yeni evinin penceresinden deniz gözükmüyordu. Ama, aklı fikri kıyıdaydı yine. Kendisini hasta yatağında görmeye gelenlere denizi ve tekneleri sorar, onları konuşurdu. Kendi elinin emeğini taşıyanlar artık çoktan eskiyip sulardan çekilmişti belki; ama, olsun, öbürleri, yani yetiştirdiği ustaların kalafat ettikleri denizdeydiler. Öğrencilerinin meslek yaşamlarıyla ilgilenen öğretmenler gibi, onları izler, hangi teknenin ne zaman kimin elinden geçtiğini öğrenmek isterdi.
Çünkü, bilmeyenlerin ‘‘keskiye tokmakla vurup üstüpüyü ya da kirli pamuğu armuzlara, sugralara sıkıştırmaktan ve gerisini boyacıya bırakmaktan ibaret’’ sandıkları kalafat işi, onun gözünde tam ciddiyet isteyen başlı başına bir ustalıktı. Kaplama tahtalarını teker teker elden geçirmek, budakları yeniden yakmak, çürümüşlüğü bir-iki vuruşla anlaşılanları işaretleyip ustalara haber vermek gerekirdi. Eskiden, şimdiki marinanın arkasındaki çekek yerinde, zift kazanları yakılıp koca yelkenliler kalafat edilirken edinilen deneyim sayesinde, neyin ne ile ve en iyi nasıl kapatılacağı onun uzmanlığıydı.
Polyester gövdeli yatlar çoğalsa da, hiç olmazsa Bodrum'da, ahşap tekne, denizcilik tutkusu olarak hálá revaçtadır ve herkes bilir ki, kalafat ustalarının hemen hepsi lakap olarak mesleğiyle anılan Ali Amca'nın yanında yetişmiştir.
Penceresinden deniz gözükmezdi; ama, mandalina ağaçları gözünün önündeydi.
Yıllar yılı diplerini açıp yorulmadan su vererek bakıp büyüttüğü ağaçlar.
Küçülen bahçelerin betona ve ‘‘imar’’a yenik düşmüş ağaçları.
Seksen dolaylarındaki yaşına karşın son aylarına kadar dimdik yürüyerek evine ekmek taşıyan Kalafat Ali'nin hastalığa yenilmesiyle, eski Bodrum'un yenilişi de tamamlanmaktaydı sanki. Mandalina bahçelerinden, süngercilerden, komşuya gidilirken incecik iplik bağlanarak kilitsiz bırakılan kapılardan ve gürültüsüz akşamların sakinliğinden sonra o da gidiyordu.
Kalafat Ali'nin gidişi, aynı zamanda, genç kuşaklara ekşimeden yaşlanabilen, pahalı okullara gitmeden bilgili olabilen, diploma istiflemeden doğru düşünebilen, iri laf etmeden vatan sevebilen son derece çağdaş bir kuşağın tükenmekte oluşu demekti. O kuşak, cumhuriyet öncesinin acıklı hikáyelerini dinleyip yine cumhuriyetin sıkıntılı, ama coşkulu başlangıç yıllarında büyüdüğü için, şimdiki nankörlüklerin, yobazlıkların ve yüksek öğrenimli alafranga hainliklerin hiçbiriyle malul değildi. Hasta yatağında bile her gün ilerici basını okuyan, iç ve dış olayları değme okumuşlardan iyi izleyip doğru yargılara varabilen Ali Güvenç kolay unutulacak bir insan değil.
Herhalde hiçbir caddeye adı verilmeyecek, hiçbir meydana heykeli dikilmeyecek. Ama onu tanımış olanların yüreklerindeki yeri de hiç dolmayacak.
Kimbilir, unutulmazlığın en güzeli budur belki.
Paylaş