Paylaş
AVRUPA Birliği'nin en yüksek yürütme organı olan ‘‘Konsey’’de dönem başkanlığı altı ayda bir değişir. On beş üyeden her birine yedi buçuk yılda bir başkanlık sırası geliyor demektir.
Devletlerin bu başkanlık fırsatını değerlendiriş biçimleri, onların bilinçli bir dış politika çizgisine sahip olup olmadıklarını ortaya koyar.
Aynı şeyi, bir başkanlık döneminin üye ya da aday ülkelerce değerlendiriliş biçimi için de söyleyebilirsiniz. Onların dış politikalarındaki bilinç derecesi bu değerlendiriş sırasında ortaya çıkar.
Bu ayın sonunda bitecek dönemin başkanı Portekiz. Lizbon hükümetinin bu fırsatı değerlendirişi, herhangi bir büyük olayla dikkat çekecek türden olmadı.
Peki, geçen yılın son dönemi biterken ne idüğü belirsiz bir adaylık sıfatı uğruna ağır koşullarla yara alıp Yunan oyununa gelmiş olan Ankara hükümetinin Portekiz başkanlığı boyunca yara kapatmak için neler yaptığını biliyor muyuz? Dönemin tamamı, Başbakan sayesinde, baştan aşağı cumhurbaşkanlığı çalkantısıyla geçtiği ve Dışişleri Bakanı bile o çalkantının baş döndürücülüğüne kapıldığı için, bu konuda da kimse kesin bilgi sahibi değil.
Kısacası, boşa harcanmış bir altı ay yaşanmıştır.
Ama, haziranla birlikte, Fransa'nın başkanlık dönemi geliyor. Ardından da sıra İsveç'in.
Aslında, Avrupa Birliği usullerine göre başkanlık tek başına yüklenilmez. Sırası gelen devlet, bir önceki dönemle bir sonraki dönem başkanlarını yanına alarak çalışır. O halde, önümüzdeki yıl boyunca daha çok Fransa'yla İsveç'in ağır basacakları bir dönem yaşanacak demektir.
Ankara'nın, hiç olmazsa şimdi, bunu göz önünde tutarak bir değerlendirme yapması gerekmez mi?
Fransa'nın, bir yandan ‘‘çağdaş ve dayanışmacı bir Avrupa’’ için çaba gösterip fazla teknokratik olmayan bir Birlik yapısı oluşturmaya çalışırken, bir yandan da ‘‘Akdeniz ağırlıklı’’ bir politika güdeceği anlaşılmakta. Hubert Vedrine'in bakanlığı, şimdiden, Türkiye ve Suriye'den başlayıp Libya'yı bile içine alarak Fas'a kadar uzanan bir coğrafyada kamuoyu oluşturabilecek kişilerle tartışma toplantıları düzenliyor Paris'te. Türkiye, tam üyelik dışında ikinci sınıf bir ilişkiye itilme endişesiyle bugüne kadar pek ilgi duymadığı bu diyaloglardan kendi amaçlarına uygun sonuçlar çıkaramaz mı?
İsveç'in ise, Türkiye'yle ilgili olarak, Güneydoğu sorunu başta olmak üzere ne gibi konularla uğraşacağı bellidir. Kendisiyle ulus-devlet anlayışını paylaştığımız bir Fransa'nın dönem başkanlığı, bir bakıma, sıra İsveç'e gelmeden, bu konuda sağlam bir kuramsal zemin hazırlamak için bulunmaz fırsat.
Yeter ki, Türkiye, Avrupa kapısında Papandreu'nun kuşku verici yol göstericiliğine bel bağlamak yerine, kendi kartlarını akıllıca değerlendirmeyi bilebilsin.
Paylaş