Paylaş
Söylendiği gibi, füzeler Monica olayını unutturmak için mi atıldı?
Söylendiği gibi, Kenya ve Tanzanya'daki patlamalardan terör destekçisi Suudi milyarder Osama bin Laden denen kişi mi sorumluydu?
Söylendiği gibi, vurulan Afganistan'daki ‘‘kamp’’ ve Sudan'daki ‘‘kimyevi silah üreten ilaç fabrikası’’ gerçekten bu işlerin pişirildiği yerler miydi?
Önce resmen söylenip sonra resmen yalanlandığına göre, füzelerden biri Pakistan'a düştü mü, düşmedi mi?
Bunlara benzeyen ve yanıtı kesin olarak bilinmeyen daha bir yığın soru.
Ama, asıl konu bunlar değil.
Asıl konu, dinle oynamanın Amerika Birleşik Devletleri gibi koskoca bir süper gücü getirdiği noktadır.
Katolik dünyasının başına Polonyalı bir kardinal getirildiği zaman, çok kişi bunu kilise içindeki dengelere ve gelişmelere bağlamıştı. Ama, kısa zamanda anlaşıldı ki, koyu Katolik sendikacı Walesa ile Papa arasındaki işbirliği sayesinde Doğu blokundaki çöküşün başlangıcı hazırlanmaktadır. Gdansk tersanelerinde başlayıp Berlin duvarının yıkılışıyla süren ve Moskova'daki rejimin devrilmesiyle noktalanan bir çöküş.
Washington'un dinle oynama planı Hıristiyan dünyasında başarılı olmuştu.
Aynı şey, komünist sisteme karşı Sovyetler Birliği'nin güneyinde İslamcı rejimler kurmaya yönelik ‘‘Yeşil Kuşak’’ planı için söylenemez.
O plan, olsa olsa, Arap Yarımadası ve çevresinde Batı kuklası birtakım krallık ve şeyhliklerin ayakta kalmasını sağlamıştır. Onların dışında, İslam'la oynamaya kalkışmak, eninde sonunda, ya tepki olarak Irak'ta, Suriye'de ve Libya'da olduğu gibi ‘‘ilerici’’ diktatörlükler doğmasına yol açtı, ya da İran ve Sudan'da olduğu gibi kökten şeriatçı rejimler doğurdu. Afganistan, bu bakımdan, İslam'ı siyasal araç olarak kullanmanın ve ‘‘Aman Sovyetler gitsin, yahut Özbek General Dostum egemen olmasın’’ diye Pakistan üzerinden dinci unsurları desteklemenin Amerika'ya nelere malolduğunu gösteren en belirgin örnektir.
Fas, Cezayir, Mısır ve Pakistan gibi ülkeler ise, hangi uçta duracaklarını tam kestiremeyen şaşkın sarkaçlara döndüler.
Çünkü, İslam, yaşamın bütün yönlerini kapsayan boyutlarıyla, Hıristiyanlık'tan, hatta bir ölçüde Musevilik'ten de daha fazla, bir ‘‘ideoloji’’ niteliği taşıyor ve bu niteliğiyle radikalleşmeye hayli yatkın.
Özde, kişiyle imanı arasındaki ilişki açısından bir hoşgörü ve bağışlama dini olduğu halde.
Kemalist devrimle din konusunda getirilen kesin düsturun değeri şimdi çok daha iyi anlaşılıyor: İnançları bireysel özgürlükler alanında tutmak ve dine kamusal alanda işlev yüklememek. Bu kesin düsturdan şaşmanın zaman zaman cumhuriyete ne gibi dertler getirdiğini uzunboylu anlatmaya gerek var mı?
‘‘İyi tarikat’’lardan medet umarak Amerika'nın dünya çapındaki ‘‘ılımlı İslam’’ politikasına destek verenler acaba dünyanın ve bu ülkenin yakın tarihinden ders alamayacak kadar cahil ve saf mıdırlar, yoksa dini siyasal başarı aracı olarak kullanmaya kalkacak kadar hesaplı ve içten pazarlıklı mı?
Paylaş