Paylaş
BUGÜN İsviçre'nin bayramı.
Yedi yüzyıldan da eski bir tarihte, 1291'de, üç küçük vadiye dağılmış orman köylülerinin birleşip ortak yönetim kurmaları, şimdi resmi adıyla Helvetia Konfederasyonu olarak anılan İsviçre Devleti'nin başlangıcı diye biliniyor.
Ama, olayın bayram vesilesi sayılması daha yeni bir tarihte.
‘‘Yeni’’ dedikse, pek o kadar da yeni değil, Konfederasyon'un yaşına göre yeni: Ancak 1891'den beri, yaklaşık yüz yıldır kutlanan bir bayram söz konusu.
Ayrıca, resmi bayramlardan farklı olarak, törenler ve geçit resimleri yerine, günlerce süren şenlikler ve eğlenceler için vesile sayılan bir bayram.
Birkaç gün önce, Cenevre'nin en işlek yerlerinden birinde, Leman Gölü kıyısındaki Mont-Blanc Rıhtımı boyunca, basit bir lunapark kurmakla başlamışlardı işe. Sonra, günler geçtikçe çağ ötesi bir panayır alanına dönüştü orası: Ancak astronot eğitimlerinde kullanılabilecek cinsten tabut biçimi dolaplara istiflenip oradan oraya savrulan, çığlık atan insanlar, akla gelebilecek her türlü oyun ve anlamsız bakışlarla gezinen binlerce turist...
Hafta sonuna doğru, rıhtımdaki yoğun kordon trafiği de durduruldu, oraya çıkan yollar ve büyük köprü araba gidiş gelişine kapatıldı ve kentin ortası geceyarısına dek süren çılgın eğlencelerin merkezi oldu: ‘‘Tekno müzik’’ araçları yüklü TIR'lar üzerinde uzay giysileriyle tepinen gençler, kulakları sağır eden bir gürültü, geceleri gökten yağan havai fişek yağmurları...
Kısacası, marş ve nutuk duyulmayan, iri sözler edilmeyen bir bayram.
Zaten, dağ köylerinden ve vadi kasabalarından başlayarak dış tehditler karşısında küçük yerel dayanışmalarla yüzyıllar boyu oluşan sağlam bir birlikteliğin marşa ve nutka gereksinmesi yok ki. Konuşulan dört ‘‘ulusal dil’’den üçünün ‘‘resmi dil’’ sayıldığı bir İsviçre'de, kanton yönetimlerince düzenlenen yerel şenlikler bu doğal birlikteliği ancak daha da güçlendiriyor.
Çünkü söz konusu olan, tarihin belli bir coğrafyada birlikte yaşamaya zorladığı insanların birlikteliğidir.
Aslında, değişik bir tarihten kaynaklanmış da olsa Türkiye'deki durumun bundan farklı olması için yeterli neden var mı? Çöken bir imparatorluğun değişik köşelerinden gelmiş veya ortak çabalarla kazanılan bir bağımsızlığın sınırları içinde kalmış türlü etnik kökenden insanın da aynı kader ortaklığını paylaşması gerekmez miydi?
Ya da, günün konusu olduğu için sormak gerekir: 1919'un İzmir'inde ve 1963'ün Lefkoşa'sında aynı Elen doymazlığına kurban edilmek istenen Türkler'i çözülmez dayanışmalar içine sokmuş olması gereken bir kader ortaklığı yok mudur? Üstelik İsviçre'deki gibi dil ve kültür farklılıklarının da bulunmadığı bir ortamda, geçici ekonomik güçlükleri ve beceriksizlikleri bahane ederek aradaki birkaç millik denizi ayrılık ve karşıtlık uçurumlarına dönüştürmek en azından tarihe karşı bir nankörlük değil midir?
Hele, bu uçurumlar yaratılıyor diye Kıbrıs'ta ve Türkiye'de bayram etmek?
Paylaş