Paylaş
Mevsimlerin hiçbiri, doğadaki diriliş gücü açısından ilkbahar kadar etkileyici değildir. Toprağı yaran tohum, dolgunlaşan tomurcuk, çiçek açan ağaç, gürleşen yapraklar. Boz renklerin yeşile dönüşmesi.
Bahar, başka mevsimlerle karşılaştırıldığında, diriliğin simgesi sayılır.
Ulusal moral açısından Türkiye Devleti'nin ilk on sekiz yılı ile son on sekiz yılını karşılaştırmak kadar düşündürücü olan pek az karşılaştırma vardır.
Sevr koşullarının reddi, Milli Mücadele'nin başlayışı, 1920 Meclis'iyle birlikte ‘‘hákimiyet-i milliye’’ kavramına sarılış, ulusal silkinişin Ege kıyılarına taşması, cumhuriyetin kuruluşu, çağdaşlaşma atılımları, kendi gücüne güveniş, programlı kalkınma için özel kesimle kamu girişimciliğinin birlikte seferber edilişi, 1938'e kadarki devrim yıllarının coşkusu...
Gençliğe ve aydınlık düşünceye savaş açmış bir 12 Eylül'ü izleyen 1983-2001 yılları ise, coşku yerine, hayal kırıklığıyla biten bir dönem demektir: 24 Ocak kararlarına göre biçilmiş bir anayasa kaftanı, Thatcher'ci ekonomi, planlı kalkınmanın bırakılışı, üretim yerine tüketime, sanayi yerine ticarete dayalı gelişme felsefesi, hesapsız bir Gümrük Birliği ve Avrupa tutkusu, sonuçta IMF ve Dünya Bankası'na teslim oluş, Atlantik ötesinden gönderilen bir kişinin yine Atlantik ötesinden getireceği paraya bel bağlayış, ulusal gururun kırılışı, çaresizlik, bezginlik...
O ilk on sekiz yılın başlarındaki sıkıntılı baharlarda bile, toprağın bir şeylere gebe oluşunu hissediş gibi, bozkır ortasındaki direnişten de çok güzel şeylerin doğacağını hissediyordu insanlar herhalde. Cumhuriyetin devrim yıllarında ise her bahar, doğayla birlikte canlanan, çiçek açan, renklenen, dirilen bir toplum demekti.
Belki öyle değildi de, o dönemin çocuklarına mı öyle gelirdi acaba? Çocukluk yıllarını olduğundan daha mutlu, daha sevinçli gösteren bir geçmiş özlemiyle mi düşünüyoruz yoksa şimdi? Ama, öyle olsaydı, yine aynı yıllarda, ulusal bayram günleri evlerine bayrak asmakla yetinmeyip pencerelerini defne dalları ve renkli ampullerle süsleyen babaların neşesini, işgal görmüş anneannelerin tören geçitlerindeki mutluluk gözyaşlarını nasıl açıklardık?
Galiba, hep birlikte, genç ihtiyar, yoksul varsıl, ‘‘çocuklar gibi şendik’’ o baharlarda.
Oysa, şu bahardaki halimize bakın: Cemrelerin düştüğü şubat günlerinden beri, çoluk çocuk krizle kalkıp krizle yatmaktayız. Hangimiz tomurcuğun şiştiğini, çiçeğin açtığını, ağacın yeşerdiğini fark ettik? Kıştan beter, kahredici bir bahardı bu.
Yalnız çiçeklerle meyvelerin en güzellerini değil, uygarlıkların da en soylularını doğuran bu toprağın ezeli dinamizmi ile insanlarının güncel ruh çöküntüsü arasındaki çelişki mutlaka son bulmalı. Burası artık daha fazla zilletin ve ufuksuzluğun ülkesi olarak kalamaz.
Diriliş, mutlaka gelmeli, getirilmelidir.
Paylaş