Paylaş
Bir bakıma 1963'ten, yani Avrupa ile Ortaklık Andlaşması'nın imzalandığı tarihten beri zaten var olan bir adaylık unvanı yeniden verilirken karşılığında istenenlerin sonuçları iyi düşünülmelidir.
İstenen ekonomik sonuçlar, son yılların bütün iktidarlarınca amaçlananlardan pek farklı sayılmaz: Serbest piyasa ekonomisinin özelleştirme gibi yan etkileriyle birlikte tam olarak kurulması, Avrupa olsun olmasın, hepsinin ister göründüğü bir şey değil mi? Daha ileri aşamalarda ‘‘Euro’’ kriterlerine sıra gelince, enflasyon oranını yüzde 3'lere indirmek, bütçe açıklarını azaltmak ve kamu borçlarıyla ulusal gelir arasında makul bir oran tutturmak Türkiye'de de hep hayal edilmiyor mu?
Bu bakımdan, başta İktisadi Kalkınma Vakfı olmak üzere, İstanbul'dakilerin adaylık telaşını anlamak kolaydır. Onlar, ekonominin dinamizmine, kendilerinin Avrupa sermaye ve iş çevreleriyle yakın ilişkilerine güvenerek böyle düşünüyor olabilirler.
Pek yakınlarındaki medyanın da aynı biçimde düşünüp davranması doğaldır.
* * *
Gelgelelim, şimdi istenenlerin öbür sonuçları bakımından durum aynı değil.
Öbür sonuçlar, İstanbul çevrelerinin pek umurunda olmayabilir; ama Türkiye'nin geleceği bakımından asıl önemli olan bu sonuçlardır.
Örneğin, Yunanistan'la olan bütün anlaşmazlıklar için uluslararası hukuk yollarına başvurma zorunluluğunu kabul etmek, Kardak için hemen Lahey Adalet Divanı'na gitmek, karasularının 12 mile çıkarılmasını savaş nedeni saymaktan vazgeçmek gibi tutumlar, Türkiye'nin ‘‘denizci devlet’’ iddiasını bırakması anlamına gelmez mi? Ege'yi bile rahat kullanamaz duruma düşürülmüş bir kara Türkiyesi, zaten bir türlü başlatamadığı denizcilik atılımını nasıl yapacaktır?
‘‘Eski Kıbrıs Cumhuriyeti’’nin, sanki hálá iki toplumlu bir devletmiş gibi, bütün Ada adına Avrupa Birliği'ne üye yapılışına seyirci kalmak, 1960'ta Doğu Akdeniz açısından kurulan yeni Türk-Yunan dengesinin bozulmasını kabullenmek ve Lausanne'ı büsbütün gömmek değil midir? Bu çeşit oyunlarla gitgide Türkiye'nin elinden kayan bir Kıbrıs, önemi artık iyice artmış olan İskenderun Körfezi için büyük tehlike oluşturmaz mı?
Örneğin, ‘‘azınlıkları koruma’’ perdesi gerisinde Güneydoğu için açılacak olan bölgesel ve kültürel özerklik baskıları, Cumhuriyet'in temel ilke ve değerlerini sarsıp Sevres'e doğru yeni bir gidiş başlatmayacak mıdır? Konu, yalnız Öcalan'ın asılıp asılmamasına indirgenecek kadar basit midir?
* * *
Bunlar düşünüldüğü zaman ortaya şu çıkıyor: Adaylık sözü karşılığında başlatılan süreçler öyle bir Türkiye doğurabilir ki, sonuçta Avrupa'nın gözünde hiçbir ağırlığı kalmayacağı gibi, biz Türklerin gönlündeki ülke olmaktan da çıkmış olur: Hırpalanmış, zayıflatılmış, ikinci sınıflığa mahkûm edilmiş, şaşkına çevrilip kendisi olmaktan uzaklaşmış, zavallı bir Türkiye.
Zaten, öyle bir Türkiye'yi sokacak münasip yeri onlar da bulabilirler, şimdi Avrupa'ya sokulma aşkıyla yanıp tutuşanlar da.
Paylaş