Paylaş
BUGÜNÜN Türkiye'sinde ‘‘seçilmişler-atanmışlar’’ biçiminde ortaya konan ‘‘sözde ikilem’’i, kırk bir yıl sonra hálá yerine oturtulamamış bir olay dolayısıyla yeniden tartışmak yararlı olabilir.
27 Mayıs'ı, sonuçtaki ‘‘gelmiş geçmiş en demokratik anayasa’’ya bakmaksızın, ‘‘demokrasiye asker müdahalesi’’ sayan çoktur. 12 Mart ve 12 Eylül'den farklı olarak, ‘‘emir ve komuta zinciri içinde ve emirle’’ yapılmış olmaması yüzünden ona klasik darbe damgası vuruldukça, bu varsayım güçlenir.
Ama, böyle bir varsayım, Toktamış Ateş'in dün belirttiği gibi, ancak, olaydan bir gün önce, 26 Mayıs 1960'ta ‘‘Türkiye'de demokrasi vardı’’ diye özetlenebilecek bir başka varsayımla doğru olabilir. Oysa, kendini ‘‘ulusal irade’’ yerine koyup demokrasi ve güçler ayrılığı ilkelerini çiğneyerek değişim yolunu tıkayan bir Meclis çoğunluğunun yönetimi demokrasi olamazdı.
Seçilmişlik, tek başına, demokratlık sayılamayacağı gibi, kendini toplumun öbür kesimlerinden üstün sayma hakkını da vermez kimseye.
Demokrasinin başta hukuk devleti ve insan haklarına saygı olmak üzere öbür koşulları bir yana, Türkiye türünden bir ülkede seçilmişliğin ne olduğuna da biraz daha yakından bakmak gerekir.
Bu ülkede, kişisel yetenekleri, bilgisi ve temsil niteliği sayesinde seçilenler olduğu gibi, lidere tapınışının, kesesinin, ağalığının, aşiret reisliğinin ve bunlara benzer etkenlerin gücüyle seçilenlerin de çok olduğu bilinir. Partilerdeki iç yapı ve adaylık mekanizmaları yüzünden parlamentoda eksik temsil edilen toplum kesimleri ise sayılmakla bitmez.
Buna karşılık, yine Türkiye gibi bir ülkede ‘‘atanmışlar’’ denen kategorilere bakıldığında, oralardaki değişik türden ‘‘temsil’’ ve ‘‘seçiliş’’ kavramlarının ağırlığı da yabana atılacak cinsten değildir.
Karşılaştırmalar yahut dengeler ve müdahaleler söz konusu olduğunda, zaman zaman ‘‘atanmışlığın en belirgin kategorisi’’ sayılan muvazzaf askerleri alalım. Sosyal köken ve aile kesitleri bakımından, halk yığınlarının dışındaki katmanlardan geldikleri söylenebilir mi? Daha önemlisi, genç yaşların eğitim aşamalarından başlayarak, en çetin koşullarda ve en farklı yörelerde görev duygusu, çalışkanlık, özveriyle yaşanan bir mesleğin değerlendirme süzgecinden geçmiş olmak, bir anlama, daha mı az güvenilir bir ‘‘seçiliş’’ tarzıdır?
Anadolu kasabalarının sosyal ortamlarında adalet dağıtmaya çalışarak pişip yükselen yargıç ve savcılara, akademik yaşamın basamaklarını binbir meşakkatle aşan öğretim elemanlarına, hatta mesleklerinde sivrilerek kamu yönetiminde yüksek makamlara gelen insanlarımıza da aynı yaklaşımla bakabilirsiniz. Onların şu ya da bu yolla ‘‘atanmış’’ olmaları, ‘‘seçilmiş’’ denenlere ‘‘mutlak tábi’’ olmalarını, suskun kalmalarını, görüş açıklamaktan ve gerekirse ‘‘öyle olmaz, böyle olur’’ demekten uzak durmalarını mı gerektirir? Yoksa, demokrasinin ancak kör topal işlediği ve iyi yetişmişlerin kıt olduğu bir ülkede doğru olan, seçilmiş-atanmış çıkmazına girmeden tüm beyinleri ortak akıl için seferber etmek midir?
Paylaş