Paylaş
Bu yılın sonunda ise çıkış yapan sayısının 12 milyonu aşması bekleniyormuş. Gidilen ülkelerin başında da İtalya, İspanya ve Fransa, ardından da Yunanistan, Mısır, Fas ve Birleşik Arap Emirlikleri geliyormuş.
Rakamlarla aram çok iyi değildir, ekonomist de değilim. Neden bu konu derseniz sebebi basit: Bu yıl kiminle karşılaşıp konuştuysam herkesin yurt dışında tatili daha ucuz bulduğunu ve tatilinin hiç olmazsa bir kısmını yurt dışında geçirdiğini söylemesi.
Haksız da sayılmazlar, bir hafta sonu Bodrum’a gidiş-geliş uçak ücreti, konaklama, yemek masrafı aynı koşullarda yurt dışına gitmekten çok daha uygun fiyata geliyorsa, yurt dışı neden tercih edilmesin?
Biz de geçen hafta sonu Milano’ya gittik. Uçak biletinden konakladığımız otele, gittiğimiz restoranlardaki yemeklerden içeceklere fiyatları Bodrum ya da İstanbul’daki aynı standarttaki yerlerle karşılaştırdığımda fark neredeyse yarı yarıyaydı.
Yakında bu fark sadece biz yerleşikler için değil, bizler gibi orta sınıf yabancılar için de sorun olarak görülebilir, gelen turist sayısında azalma olabilir. Ki artık yurt dışından gelen arkadaşlarımız tarafından da fiyat ve maliyet konusu dillendiriliyor.
Mayıs ayından bu yana işim gereği Türkiye’nin Bodrum, Alaçatı, Çeşme, Marmaris gibi turistik yerlerini dolaşıyorum. Zaten çok da kısa olan yaz sezonu boyunca otellerin ve restoranların -birkaç istisna dışında- doluluk oranları yüzde 50’lerin üstüne pek fazla çıkamadı.
Ortada konaklama ve yeme-içme sektörünün mevcut durumun hem aktörü hem de kurbanı gibi bir durum var. Fiyatlar onlara göre maliyetler nedeniyle yükseldi, ki haklı oldukları noktalar da yok değil. Ancak bu durumu fırsata çevirmek isteyen, uzun vadeli düşünemeyen bir anlayış da sektöre hâkim oldu.
Bir an önce ilgili bakanlıklardan meslek kuruluşlarına ve tabii ki kanaat önderlerine sorunun ciddi ciddi düşünülüp tartışılmasında, çözüm önerilerinin ortaya konmasında yarar var. Aksi takdirde iç turizm de dış turizm de ciddi yara alabilir...
MİLANO’DAN BİR ÖNERİ
Son yıllarda hangi ülkeye ya da kente gidersem gideyim önceliğim o kültürün geleneksel mutfağını temsil eden restoranlar oluyor. Ancak çok önceden plan yapıp yer ayırtmadıysanız istediğiniz restoranlarda özellikle hafta sonları yer bulmak kolay değil.
Geçen hafta sonu gittiğim Milano için listemde aradığım özelliklerde beş altı restoran vardı ama ancak üç gün öncesinden birinde La Rosa dei Venti’de yer bulabildik.
Restoran 2001 yılında üç arkadaş tarafından ulaşılabilir fiyatlar ve küçük yaratıcı dokunuşlarla deniz ürünleri ve balık restoranı olarak kurulmuş. Taze makarnalarını da kendileri yapıyorlar. Glutensiz seçenekler de var. Bir seferde en fazla 40 kişi ağırlayıp, sadece İtalyan şarapları sunuyorlar.
Servis ve sunum sıcak ve samimi. Fiyat kalite dengesi de çok iyi. Başlangıç, ara sıcak ve ana yemek ve iyi bir şişe şarap dahil iki kişi 100 euro civarı ödeniyor. Fiyatlar, yemeğin miktar ve kalitesi düşünüldüğünde ve bizdeki benzerleriyle karşılaştırıldığında maalesef çok makul kalıyor.
Ola ki günün birinde giderseniz, derin yağda kızarmış karışık deniz ürünleri tabağı, üç balıklı spagetti carbonara, deniz tarağı graten ve üzeri fıstıklı ızgara ton balığını deneyin derim.
KOPENHAG’IN UÇAN KAPLANI
Geçen hafta içinde İstanbul’da ilk iki mağazasını açan Flying Tiger Copenhagen’ın Küresel CEO’su Martin Jermiin ve markayı ülkemize getiren Karaca Yönetim Kurulu Üyesi ve Türkiye Genel Müdürü Sami Hotak’la Galata Port’ta Roka Restoran’da bir araya geldik. Bu iş birliğini ve beklentilerini konuştuk.
Öncelikle söylemeliyim ki, hem Jerminn’in hem de kendisiyle birlikte gelen ekibin heyecanı ve biraz da şaşırmış halleri görülmeye değerdi.
İstanbul’un büyüleyici güzelliğinden ama ondan da çok açılışlardaki izdiham, mağazalar önündeki uzun kuyruklardan çok etkilenmişlerdi. Böyle bir durumla karşılaşacaklarını hayal bile etmiyorlarmış.
Sıra dışı tasarımlarını uygun fiyatlarla sunan marka, ev dekorasyonundan oyuncağa, kırtasiye ürünlerinden mutfak gereçlerine kadar geniş bir ürün yelpazesini sahip. Kuruluş hikâyesi de ilginç.
Danimarkalı Lennart Lajboschitz’in eşi Suz ile 1980’lerin başında Kopenhag’taki bit pazarlarından birinde kullanılmış şemsiyeler satmaya başlar. Beş-altı yıl kadar sonra da Zebra adıyla güneş gözlüğü, çorap, oyuncak gibi objeler sattıkları küçük bir dükkân açarlar.
1995 yılında ise ürün çeşitlerini zenginleştirdikleri içindeki her şeyin 10 Kron olduğu, telaffuzu Danimarka dilinde ‘onlukla’ çok benzer olan Tiger adlı ilk mağazaları gelir. Global bir marka olmaya karar verdiklerinde de adlarını ‘Flying Tiger/ Uçan Kaplan” yaparlar.
Bugün ise 37 ülkede toplam 1000 kadar mağazayla faaliyet gösteriyorlar. Martin Jermiin, “Flying Tiger Copenhagen’da ürünlerin güzel görünmesi için değil, insanların kendilerini iyi hissetmeleri için tasarım yapıyoruz. Gülümseten kendinizi mutlu edeceğiniz, hediye etmek isteyeceğiniz şeyler” diyor.
Ki çok haklı, gelir durumumuz ne olursa olsun hepimiz paylaşmayı yakınlarımızı, sevdiklerimizi, önem verdiklerimizi mutlu etmeyi seviyoruz. Bu şeyin ille de pahalı olması gerekmiyor. İlginç, gülümseten, aynı zamanda fonksiyonel olması yeterli.
Zaten bu özellikler de İskandinav tasarımlarının özünü oluşturuyor ve ‘hygge’ kavramıyla ifade ettikleri küçük mutlulukları kapsıyor...
Paylaş