Paylaş
Hem sahil beldelerimizde, hem de kış turizmi yapılan yerlerde tesislerimizin yılın yarısından fazlasında kapalı kalmaları üzücü. Mevsimlerin tümünü kapsayan alternatif turizm anlayışı geliştirmenin vakti geldi diye düşünüyorum. Turizm sektörü yılın yarısında işsizler ordusuna dönüşüyor. Yıla yayılmış tatil anlayışı fiyatları da dengeler, işsizliğin de önüne geçer.
2018’i Göcek’te karşılamıştık. Bu yıl da ona benzer bir şey yaptık. Gelibolu’da aileyle girdiğimiz yeni yılın ilk günün ardından arabayla güneye doğru yola çıktık. Ara durağımız Cunda adası oldu.
Ayna’da yediğimiz muhteşem öğle yemeğinden sonra sahilde yaptığımız kısa yürüyüş yılın tüm yükünü sanki aldı götürdü.
Bence Ayna, sadece Cunda’nın değil Türkiye’nin en iyi restoranları arasında.
Yerel ve mevsiminde malzemelerle yaptıkları yöresel ama yaratıcı yemekler çok başarılı. Her tabak damakta unutulmaz bir tat bırakıyor.
Cunda’dan sonraki durağımız da Bodrum oldu. Dünyada ender bulunan güzellikte koylara sahip Bodrum, insanı hüzünlendirecek denli boş. Restoranların, otellerin, pansiyonların çoğu kapalı.
Oysa yağmur da yağsa, rüzgar da esse Bodrum büyüsünü hep koruyan bir yer.
Konakladığımız Yalıkavak Marina’nın ne otelinde ne de restoranlarında yazın yer bulmak kolay. Ancak kışın sakin, huzurlu bir kaçış noktasına dönüşüyor.
Yalıkavak Marina Beach Hotel’deki yüksek tavanlı, büyük camlı minimalist döşeli odadan dalgaların sahile vurmasını seyretmek, sesini dinlemek insana terapi gibi geliyor.
Yazlık yerlerde hayat kışın daha huzurlu, daha uyumlu akıyor.
Zaman daha da güzel geçiyor.
Ayrıca Yalıkavak’ta sayısı az da olsa açık restoran var. Eski Yer, Sait, Memedof ve Cookshop ilk gözüme çarpanlar arasında.
Kışın tatil diyorsanız kışlık yerler kadar Gelibolu, Cunda, Bodrum ve tabii ki diğer yazlık yerleri de düşünün derim...
Cookshop
Cookshop İstanbul’dan da bildiğim, ilk açıldığında gittiğim ve beğendiğim bir yerdi. Sonra onlar da zincirleşti, ben de peşini bıraktım. Yalıkavak Marina’nın içindeki yerlerine birkaç gün önce sabah kahvaltısı için gittim. İtiraf etmeliyim ki burada ekmekler dahil yediğim pek çok şey lezzetliydi. Görüntüsü de cazipti. Geç kahvaltı için İspanyol omleti ve mıhlama seçtik. İkisi de başarılıydı...
Zaman akıp giderken...
“Dalga geçiyorum! Vakit öldürmek için bundan iyisi yok. Dalga geçmek zamanı hızlandırır.”
“Her tür sevgi tekrarlara bayılır çünkü tekrarlar zamana kafa tutar.”
“Bir başkasıyla kurulan yakınlık dolaylı olarak vaktiniz olduğu hatta sıkıldığınız anlamına gelir.”
“Çoğu insanın kendine ayıracak vakti yok, oysa bunun farkında değiller. Birileri onların peşinde, onlar da hayatlarının peşinde.”
“Gövde sürekli yaşlanır, ölüme hazırlanır. Ölüm ve zaman daima bir yardımlaşma içindedir. Zaman yavaştan alırken, ölüm çarçabuk bitirir işini.”
Bu satırlar yılın ilk günü elime alıp okumaya başladığım “Saat Kaç?” adlı kitaptan. Neden bu kitap diye soracak olursanız, tam olarak nedenini ben de bilmiyorum. Geçen bir 365 günün daha ardından zaman kavramını sorgulamak da olabilir.
Yapıtın ardında benim için çok özel iki isim var. Biri 20 yıl önce okuduğum “Görme Biçimleri”nden bu yana kitaplarının müdavimi olduğum yazar ve eleştirmen John Berger, diğeri ise çizgilerine hayran olduğum Selçuk Demirel.
Aslında “Saat Kaç?” ikilinin birlikte ilk çalışması değil. “Kıyıdaki Adam”, “Katarak” ve “Duman”da da aynı şeyi ‘anlatmanın başka bir biçimini’ gösterdiler okuyucularına.
Berger ve Demirel bu kez tarih boyunca tüm insanlık için önemini hiç yitirmeyen ve gizemini koruyan zaman kavramını ele alıyorlar. “İmgeyle sözcük birbirlerinden habersiz ve birbirini açıklamadan buluştuğunda ne olur” düşüncesinden yola çıkarak 2016 yılında bu kitabı tasarlamaya başlıyorlar.
Ancak Berger’in zamanı bu serüveni tamamlamaya yetmiyor, 2 Ocak 2017’de aramızdan ayrılınca Demirel ve kitabı yayına hazırlayan editör Maria Nadotti projeye devam ediyor. Berger’in kitaplarından zaten değişmez konusu olan ‘zamanla’ ilgili bölümlerin seçimini Nadotti üstleniyor. Sonunda ortaya zamanı, ama aslında varoluşu sorgulayan “Saat Kaç?” çıkıyor.
Il Riccio kapandı ama...
Doğuş Grubu Capri Adası’ndaki ünlü Capri Palace otelini satın aldıktan sonra otelin içindeki Michelin yıldızlı restoran Il Riccio’nun bir şubesini Türkbükü Cennet Koyu’nda açmıştı. Il Riccio restoran, plaj ve 10 odalı lüks bir butik otel olarak 3 yıldır hizmet veriyordu. Hatta bu yıl ağustos başında Bodrum Müzik Festivali sırasında Ferit Şahenk bir grup gazeteci ve yazarla Il Riccio’da bir araya gelmiş, Doğuş Turizm yatırımları ve d-ream’in hedeflerini anlatmıştı.
Henüz gruptan bir açıklama gelmedi ama duyduğuma göre Il Riccio kapanıyor, daha doğrusu Maça Kızı Otel’in etkinlikler için kullanacağı, isteyenlere kiralanacağı bir yere dönüşüyormuş. Başına da ünlü İtalyan şef Carlo Bernardini’nin gelmesi planlanıyormuş. Sadece düğün, kutlama gibi etkinliklere otel ve restoran olarak hizmet verecekmiş....
Yeni bir deniz ürünleri restoranı
2018’in son açılan yerlerinden biri de Yeniköy Vapur İskelesi’nin hemen yanı başındaki Azur oldu. Azur tam bir deniz ürünleri restoranı. Kapıdan girer girmez ilk gözünüze çarpan ıstakoz, istiridye başta olmak üzere kabuklular oluyor. Deniz ürünleri başrolde ama tabii balık ve son dönemde neredeyse tüm restoranların olmazsa olmazı meze çeşitleri de var.
Projeyi yeme-içme sever yedi girişimci arkadaş hayata geçirmiş. Zaten tüm menüyü de bugüne dek etkisinde kaldıkları deniz ürünleri restoranlarından esinlenerek ve sevdikleri çeşitlere göre hazırlatmışlar.
Azur’da karides, kalamar ve midye başta olmak üzere tüm deniz ürünleri tam da olması gerektiği gibi pişmişti, her birinin lezzeti yerindeydi. Şef Kahraman Altınkaya donuk deniz ürünü kullanmadıklarını söylüyor.
Tereyağlı karides de masada beğeniyle karşılandı ama ben deniz ürünlerinde acıyı sevmiyorum o yüzden pek tadını alamadım. Paella ise çok başarılıydı. Istakozu ise denemediğim için bilemiyorum.
Boğaz manzarası, menüsü, sunumu ve dekorasyonuyla hem özel kutlamalar hem de iş yemekleri için cazip deniz ürünleri restoranlarından biri olacak gibi görünüyor Azur...
Paylaş