Tanrı kadını yarattıysa Vogue da modayı yarattı. Benim sevdiğim anlamda modayı yarattı.
Trend esiri olmadan, kadınlara çözümler de sunan ama bunu göze sokmadan, “Bak şimdi bunun altına şunu, şunun üstüne bunu giyeceksin” diye dikte etmeden, modanın ideolojisini es geçmeden, politikaya da bulaşarak, entelektüelizmin de hakkını vererek, sayfalarına taşıdığı yazılarda kalite, zeka ve espri barındırarak, geniş bir fantezi dünyası yaratarak, sahte değil, gerçek lüksü sunarak, sektörü yönlendirerek, modanın hoş ve boş bir şey olmadığını göstererek... En önemlisi de ciddi bir çalışma, emek ürünü olarak. Şimdi Vogue Türkiye’de. Ben kendi adıma Vogue Türkiye’miz olduğu için gururluyum, sevinçliyim. Türkiye’nin son yıllarda moda alanında ivme gösterdiği ortada ve işte bütün unsurlar bir araya geliyor. Vogue Türkiye de bu unsurların önemlilerinden biri. Tabii daha alacak çok yolumuz var ama fena gitmiyor, göstergeler karşımızda. Bundan çok değil, 10 yıl önce yerli markalar tasarımcının değerinin farkında değildi, hâlâ yabancı markalar taklit ediliyordu. Ama hıza bakın ki şimdi bir Vogue’umuz bile var.
TÜRKİYE’YE ÖZGÜ OLMUŞ MU OLMUŞ
ılk sayı elimde, tamamını hatmetmek için birkaç güne ihtiyacınız var. Ve daha kimbilir nasıl şekillenecek, biraz yaş aldıkça karakterini iyice bulacak. Fakat ilk bakışta da hiç fena görünmüyor. Sadece editoryal kısmı üzerinde üç aydır çalışan ekibin baştan beri “Bu Vogue hangi Vogue’a benzeyecek?” sorularını “Herhangi bir Vogue’a benzemeyecek, Türkiye’ye özgü olacak” diye yanıtladığını biliyorum. Ve diyebilirim ki, amaçlarına ulaşmışlar. Ve diyorum ya, yıllandıkça iyiden iyiye lezzetini bulacak. Bu sayıda en çok neyi sevdin derseniz... Cevabım, 100 sayfalık ilanın ardından derginin açılış konusunu, olur. “Vogue’un Türkiye aşkı” başlıklı, Işık Cansu Canayak imzalı konuda 1944’ten bu yana derginin farklı ülkelerdeki edisyonlarında yer bulan Türkiye manzaraları ve notları yer alıyor. 50 yılda 150’den fazla Vogue kapağı çeken, moda fotoğrafçılığının öncülerinden Irving Penn’in 1947 tarihli fotoğraflarında Dolmabahçe Sarayı, Fatih Camii’nin kubbeleri görülüyor. 20’nci yüzyılın en önemli fotoğrafçılarından Horst P. Horst 1954’te Amerikan Vogue’u için Vahdettin’in kızının, Hilton’un inşaatının fotoğraflarını çekmiş. 1966’da Amerikan Vogue’unda yer alan Henry Clarke’ın Göreme, Pamukkale ve Nemrut Dağı’ndaki moda çekimi de sayfalarda. David Bailey 1970’te ıstanbul ve Kapadokya’da set kurmuş. Twiggy’yi meşhur eden Barry Lategan 1971’de semazenler eşliğinde bir moda çekimi gerçekleştirmiş. 1993’te Tiziano Magni puslu İstanbul manzarasının önüne modelleri yerleştirmiş. 2008’de Türk fotoğrafçı Ahmet Polat’ın kareleri Vogue Paris’in sayfalarını süslemiş.
TÜRKİYE’NİN DEĞİŞİMİNİ VOGUE’DAN İZLEYEBİLİRİZ
Ama aralarında en etkileyici olan, efsane Cecil Beaton’ın ıngiliz Vogue’u için 1965’te çektiği Türkiye fotoğraflarına eşlik eden izlenimleri. Bakın ne diyor: “Türkler ticaret konusunda oldukça dürüst, bir anlaşma yaparsa daha fazla koparmak için uğraşmıyor. Bir fayton sürücüsüne fiyat sorulduğu zaman ‘gönlünüzden ne koparsa’ diye cevap veriyor. Cömertlik Türkler için bir tutku. Yabancılara karşı kibarlıkları benzersiz. Uçak bileti pahalı ancak yaşam oldukça ucuz. Otostopçular ve öğrenciler cepleri boş olsa bile tüm ülkede kolayca sığınacak bir yer bulabilirler. ıki Fransız genç kız, üç haftalık tatilleri boyunca sadece 10 pound harcadı.” Gördüğünüz üzere, Türkiye’nin bile nasıl bir değişim geçirdiğini Vogue üzerinden takip edebiliyoruz. İnsan üzülüyor tabii. Artık ne dürüstlükten söz etmek mümkün ne cömertlik heveslisi olmaktan ne de yaşamın ucuzluğundan. ıki genç kızın, hele de otostop çekerek tecavüze uğramadan ülkeyi dolaşabilmesi çok uzaklarda kalan bir hatıra. Her neyse... Derginin içinde daha bir dolu konu var, anlatmayayım, sürpriz olsun. Alın bir hafta yanınızda dolaştırarak okuyun ve ilk sayıyı sakın atmayın, saklayın. Bu ilk sayılar ne değerlidir, bilseniz. Hoş geldin Vogue Türkiye.