Paylaş
Tablolara konu olan bu kırmızı-beyaz fener 1869’da yapılmış. Kimileri isminin vaktiyle burada bulunan verimli sazlıklardan, kimileri ise şehrin kuzeyinde okyanusa dökülen Ohlanga Nehri’nden geldiğine inanıyor.
Bulunduğum yer ve etrafı 1800’lerin başında efsanevi Kral Shaka’nın yönetimindeyken, 1850’de şeker baronu Sir Marshall Campbell’e ait devasa araziye eklenerek İngilizlerin kontrolüne geçmiş. 1860’ta şeker tarlalarında çalışsınlar diye Hindistan’dan işçiler getirilmiş; çokkültürlü renkli yapı böylelikle oluşmuş.
****
Tevekkeli değil, Oyster Box’a adımımı attığım an Hindistan’da gibiyim. Otel çalışanlarından tutun da mimariye, bu etki bariz.
1863’te bu binanın yerinde uMhlanga Kayalıkları’nın ilk sahil kulübesi varmış. Işığı yansıtan çatısı gemilerin kayalıkları güvenle geçebilmeleri için uyarı işlevi görürmüş. Yolculara çay ve kek ikram edilen kulübe 1952’de iki kardeşe satılmış. Önce çay bahçesi yapılmış, sonra restoran, en son da 1954’te otele dönüşmüş.
Deniz feneri bakımsızlaşıp terk edilince, otel onu hayata döndürüp işletmeye devam etmiş.
****
Oyster Box hikaye içinde hikayelerle dolu. Şimdiki sahiplerinin aşk hikayesi de buna dahil.
1952’de, Johannesburg’da yaşasalar da Durban’da karşılaşan Stanley ve Bea Tollman ilk kez bu otelin restoranında buluşurlar. Yemekte Stanley, Bea’ya otele de adını veren istiridyelerden denemesini teklif eder. Ağzına hiç istiridye sürmemiş olan Bea ilk lokmayı yere tükürse de bu gece bir aşk hikayesinin başlangıcıdır. Yine o gece Stanley, Bea’ya “Bir gün burayı alacağım” diye söz verir. 54 yıl sonra, 2006’da verdiği sözü tutar ve oteli alır.
****
2007-2009 arasında otel –belli başlı unsurları korunarak- adeta baştan inşa edilir. Fakat o kadar başarılı bir renovasyon ki bu, gerçeği öğrenene kadar 1950’lerden beri buraya çivi çakılmadığına iddiaya girebilirdim.
Tavanlardan birini süsleyen mermerler Türkiye’den getirilmiş. Ama beni en çok etkileyen duvarlardaki dev mermer tablolardı. Bu resimleri oluşturan yüzlerce mermeri, otelin sahibesi Bea vaktiyle çıktığı Avrupa seyahatlerinden bavullarla taşımış.
Oteldeki 12 yerel sanatçının eserlerinden oluşan 100’den fazla tablo, Güney Afrikalı sanatçılara destek niteliğinde. Bir kısmı AIDS, demokrasi ve hatta ergen hamileliği gibi sosyal konuları işliyor.
Oyster Box aynı zamanda eko turizm kriterlerini de karşılıyor. Klimalardan çıkan ısıyla havuzlar, güneş panelleriyle spa ısıtılıyor; atık su defalarca arıtılıp yeniden kullanılıyor, yağmur suyu çatıda biriktiriliyor. Tavanlarda kullanılan boyalar ışığı yansıtarak yapay ışık ihtiyacını azaltıyor. Atıklar geri dönüştürülüyor.
****
Türkiye’de artık otel lafını duyunca tüylerimiz diken diken oluyor. Çünkü eskiyle yeniyi harmanlayan, yerelden kopmayan, sosyal faydayı düşünen bu tarz örneklere sık rastlamıyoruz. Olsa, başımız üstüne.
Paylaş