Paylaş
2012’de İstanbul Tasarım Bienali’nin ilki gerçekleştirilecek.
Dünyanın bir dolu yerinde benzer bienaller gerçekleştirilirken dışarıdan gözler bizimkine neden dönsün?
Salı günü yazdığım, İKSV’nin düzenlediği Tasarım Konferansı’ndaki konuşmacıların üzerinde en çok durdukları konu buydu. İzlandalı tasarımcı Sigga Heimis “Kimliğinizi bulmanız lazım” diyerek fitili ateşledi. Bu bienalde ne göstermek istediğimizi sordu. Neden bu bienali yapıyoruz sahi? Bugün dünyada tasarım alanında çılgın bir rekabet var. Dünyanın gözü neden Türkiye’deki bienale dönsün? Bu iş özgüven gerektiriyor. Bizim özgüvenimizin kaynağı nerede?
Biz seyirciler olarak bu soruların yanıtını düşünürken mikrofonu eline Vitra Tasarım Müzesi kurucusu Alexander von Vegesack aldı. Türkiye’yi Avrupa’nın en önemli, endüstrileşmiş ülkelerinden farklı kılanın ne olduğunu sordu. Hakikaten biz, dünyanın herhangi bir yerindeki pazarda kendine yer bulabilecek bize has ne yapabiliriz? Evet, muhteşem kaynakları ve malzemeleri olan bir yerde yaşıyoruz. Peki farklı ne sunabiliriz?
“Türkiye’deki Tasarım Bienali’nin odağı ne olacak?” sorusundan şöyle devam etti Von Vegesack: “Tarihinizle, geleneklerinizle özdeşleştirilebilecek bir şeyler bulmalı ve bulduklarınızı modern objelere dönüştürmelisiniz. Dünyada çok sayıda kültürün buluştuğu fazla yer yok. Hem de binlerce yıldır... Bunun sonuçlarını, ülkenizde nereye baksanız görüyorsunuz. Avrupa’da böylesine potansiyeli olan bir yer daha düşünemiyorum. Müzelerinizi gezdiğimde çağdaş objelere dönüştürülebilecek çok farklı etkiler gördüm. Bunlara özel bir pazar olduğundan eminim ama iş sadece tasarım değil, aynı zamanda bir strateji belirlemek gerek.”
Von Vegesack’ın önerisi zanaati canlandırmak ve onu modern Türk tasarımı adına kullanmak: “Endüstriyel ürünler gibi buna da ihtiyaç var. İnsanlar özgün objeler de istiyor.” Heimis bazen insanın burnunun dibindekini görmediğinden söz etti: “Arka bahçenizde ilham alacağınız o kadar çok şey var ki, özel olmanın yolu orada. İlhamı çok uzaklarda aramayın. Dünyanın geri kalanının yaptığını değil, kendi özgün tarzınızı yaratın. N’olur lambalarınızı İtalyanlar gibi yapmayın.”
Son noktayı von Vegesack koydu: “Milano Mobilya Fuarı’nda bütün şehir etkinliğin bir parçası. Oteller vs herkes işin içinde. Siz de bienalinizi pazarla ilişkilendirmelisiniz. Sadece elitist bir buluşma noktası olursa, toplumun tasarım anlayışını değiştirmez. Bu bienal eğer istihdam yaratırsa, şehri ve yaşam koşullarını değiştirirse ikna edici olursunuz.”
Bizim kimliğimiz ne olacak?
Peki kimliğimizi nasıl bulacağız?
“Türk modası” diye bir şeyden söz edebiliyorsak eğer, aynı sorun orada da var bence. Kimliğimiz nedir bizim? Japon tasarımcılar, Belçikalı tasarımcılar, İtalyan tasarımcılar denildiğinde akla bir şeyler gelirken Türk tasarımcılar dendiğinde aklımıza ne geliyor? Tarihimizde yatan kaynakları Türk tasarımcılar ne kadar bugüne taşıyabiliyor?
Modada yaşanan tarihi stilize veya modernize edememe sorunsalı tasarım dünyasında da yaşanıyor. Yurtdışında önemli projelere imza atmış iç mimar Sevil Peach olayı güzel özetledi:
“Bir ulusun kimliğini bulması çok zor. Bu tasarımın çok ötesinde. Türkiye bir Batılılaşma sürecinden geçti. Cumhuriyet kurulduğundan beri yüzümüzü hep Batı’ya döndük. DNA demiyorum ama elimizde bir Batı’ya bakış mirası var. Bunu yaparken buradaki imkanlar odağımız olmaktan çıktı. ‘Neden kendi kimliğinizi bulmuyor, köklerinize dönmüyorsunuz’ gibi sorular sorulduğunda şunu görüyorum; biri gidip kristal bir bardak yapıyor ve üzerine bir lale koyuyor. Bu benim bakışıma çok uzak. İş, gidip Topkapı Sarayı’ndaki harika kumaşları ya da çinileri kopyalamak değil. Olay, daha önce başarılan şeyin ruhuna girebilmek ve onu yeniden keşfetmek. O ruha girerek kendinizi yeniden keşfetmek. Kendi yorumunuzu katmak, yeni teknikler, yeni malzemeler bulmak ve dünyaya bunu sunmak, bir şeye lale kondurmak değil.”
Paylaş