Paylaş
Şuursuzca kendini Victoria dönemi İngiltere’si gibi bir şey sanıyor.
O dönem İngiltere’de sanayi devrimi yükselmiş ve imparatorluk zirve yapmıştı.
Ekonomik üstünlük, denizlerde hegemonya...
Kurumları ve parası düşman çatlatan cinste; istikrar, ilerleme tavan...
Evet, Yeni Türkiye ‘mış gibi’ yapıyor; Almanların kıskançlıktan çatladığı masalları falan anlatılıyor.
Ama bu algı pompalarından azade olanlar farkındadır ki...
Ekonomimizi ve gücümüzü o dönem İngiltere’si ile kıyaslamak hadsizliğin daniskasıdır.
*
Yine de bir benzerlik var.
Victoria dönemi İngiltere’sinin toplumsal yapısıyla Yeni Türkiye’nin yükselen ‘değerleri’ benzeşiyor.
O döneme baktığınızda -mesela Charles Dickens okuduğunuzda- görürsünüz ki...
Muhafazakârlık tavan yapmış, cinsellik aşırı derecede baskılanmış, kadın bütün kötülüklerin anası bellenmiş, din ve inançlar her yere tuğla gibi çökmüş.
Öne çıkan kavramlar açgözlülük, zulüm, şiddet, sahtekârlık, gelir eşitsizliğine kayıtsızlık.
Bol bol buhar, hava kirliliği, pis ve gri şehirler. Bu şehirlerde parayla kafayı yemiş, hak hukuk tanımayan, çocuklara, kadınlara, işçilere zulmeden karanlık tipler ve onların sinsi, yapış yapış, yılansı yancıları.
Tanıdık geliyor mu?
*
Fakat umutlu olmak için de neden
yok değil.
Zira her şeyin iki karşıt kutbu var ve bunlar birbirinden ayrılamaz. Kutuplaşmanın olduğu yerde de hareket başlar. Her problem çözümü, sevgi nefreti, eylemsizlik eylemi, dişi erkeği, erkek dişiyi içinde barındırır. Her sürecin bir ömrü vardır ve karşıtlar birbirine dönüşür. Çelişki diye baktığımız şey aslında iç içe geçmiş kutuplardır.
O nedenle Victoria devri İngiltere’sinde aşırı din baskısının göbeğinden Darwin gibi tüm ezberleri bozan bir biyolog çıkmasına, inanca karşı mantığın yükselmesine, Dickens ve Hardy gibilerinin dünya edebiyatına unutulmaz eserler vermesine şaşırmamak gerek.
Kutupların etkileşimini anlamak için Gezi’de gözyaşlarından yeşeren mizahı düşünün en basitinden.
*
Cumhuriyet tarihine bakalım...
Karşıt kutuplar sırasıyla hükmeden oluyor. Dönüşümün ve hareketin bariz bir örneği bu.
Vaktiyle zulüm görenler zulmediyor, zulmedenler zulüm görüyor.
Bu durum kendi döneminde anlaşılmaz olsa da tarihin döngüsü içinde olağan aslında. Arada masumların zarar görmesi de bir klasik.
*
Dickens’ın romanları kötülük tasvirleriyle olduğu kadar insani değerlerle de doludur. Ve sonunda iyiler kazanır.
Betsey Hala’nın David Copperfield’e “Asla hiçbir konuda acımasız olma, yanlış yapma, zulmetme” tavsiyesi boşuna değildir. İyi her zaman daha iyidir.
Dickens kimi insanların tedavi edilemez raddede kötücül olduğunu düşünürdü. Ama birçok kötü eylemin de, ideallerini gerçekleştirmek için iyilik yaptığını sananlar tarafından gerçekleştirildiğini bilirdi.
Günümüzde IŞİD’in ‘kâfirleri’
katletmesi gibi.
Ya da ülkemizde polis şiddetinin ‘kamu düzenini sağlama’ amacıyla\bahanesiyle harekete geçirilmesi gibi.
Zorlarsa bir katille bile empati kurabilir insan. Bence fazla zorlamayalım.
*
Önemli olan şu...
Dickens empati yapabilmesine rağmen adalet duygusuna tutkuyla bağlı bir yazardı. Kötülüğün cezayı hak ettiğini düşünenlerdendi.
Umutsuzluğun hayatımızı çeperlediği şu günlerde bol bol Dickens okumak gerek. Her sürecin bir son kullanma tarihi olduğunu anımsamak gerek.
Herkes asla her cephede galip gelemez; unutmamak gerek.
Her gecenin bir sabahı, her suçun bir cezası var...
Bazı geceler bitmek bilmiyor, o kadar.
Paylaş