Paylaş
Geçtiğimiz haftalarda Milli Eğitim Bakanlığı ve TEMA Vakfı işbirliğiyle Türkiye’nin tüm illerinden öğretmenlere verilecek olan Ekolojik Okuryazarlık Eğitimi’nden söz etmiştim.
Pazartesi açılışı için Yalova’daki Karaca Arboretumu’na gittim. 135 dönümlük arazi cennet gibi bir yer.
Açılış konuşmalarından sonra öğretmenlere gruplar halinde arboretum gezdirildi. Bir ara bir grup öğretmenle karşılaştığımda gözleri kapalı ağaç gövdelerine sarılıyor ve kahkahalar atıyorlardı. Bu uygulama, doğanın unuttuğumuz kokusunu ve hissini yeniden hatırlamamız için yapılıyormuş.
Tabii ki öğretmenler sadece ağaç gövdelerine sarılarak ekolojik okuryazar olmayacaklar. Bu ısınma turu.
Ekolojik okuryazarlık dünyada son 10 yılda ağırlık kazandı. Özellikle İngiltere ve ABD’de yaygın. İnsanlar eğitim sistemini araştırdıklarında çocukların doğayla bağlarının kopuk olduğunu gördüler. Buna “doğa yoksunu sendromu” deniyor. Doğayı tanımıyorlar, bilmiyorlar, ne okulda ne de ailelerinde onlara doğada bulunma, doğayı tanıma şansı veriliyor.
Sendromun çocuklara gelişimsel etkileri var. Doğadan uzak kaldıkça içlerine kapandıkları, sosyalleşmelerin düştüğü ve birtakım becerilerini (el ve ayaklarını kullanma, iletişim kurma, kendilerini ifade etme) kaybettikleri görülüyor. Ekolojik okuryazarlık eğitimleri de böyle başlıyor. İngiltere’de Schumacher Koleji, ABD’de ise Center for Ecoliteracy (Ekolojik Okuryazarlık Merkezi) bu işin öncüsü.
Zaten bu kavramı ortaya çıkarıp dünyada tartışmaya açan kişi de bu merkezin kurucularından.
Çocukların doğadan kopukluğuna dikkat çeken “Doğadaki Son Çocuk” adlı kitap da çevre eğitimcilerinin tartışmalarını alevlendirdi. Bir gazeteci babanın çocuklarında gözlemlediği doğa yoksunluğu sendromunu iyice açığa çıkaran, eğitim sistemini eleştiren, çocukları doğaya çıkarmak gerektiğine vurgu yapan bir kitap bu.
Hatta bu kitap üzerine şu an Türkiye de dahil olmak üzere birçok yerde, çocuk ve doğa diye ağlar oluşturuldu. İnsanlar ve eğitimciler çocukları doğaya çıkarmak ve becerilerini güçlendirmek için eğitim programları geliştiriyorlar. TEMA ise bunu daha sistematik yapmaya çalışıyor: “Biz öğretmenlere bu kavramı iyi anlatabilir ve onların doğanın dilinden anlayan insanlar olabilmelerine yardımcı olabilirsek onlar çocuklara daha kolay ulaşabilirler.”
TEMA takipte de olacak. Bu iki haftalık eğitimin hemen arkasından öğretmenlere veda etmiyor. Bu hafta temelleri oturtuyor, ikinci hafta uygulamalı eğitim verilecek. Eğitim yöntemlerine, 45 dakikalık ders saati içinde neler yapabileceklerine bakacak. Grup çalışması şeklinde eğitimi il il planlayacak. Sonrasında da izleyip ilerlemeleri değerlendirecek.
135 dönümde 12 bin ayrı bitki
Arboretum sözcüğü aslında “ağaç evi” anlamına geliyor. Bu sözcük kimi zaman yanlış kullanılıyor. Bazen arboretuma botanik bahçe, botanik bahçeye de arboretum deniyor. Oysa arboretum bulunduğu coğrafi ve ekolojik şartlar içinde hudutlu. Orada yaşayabilen bitki yaşar. Botanik bahçede ise iklim yaratılıyor. Sera kurup tundra veya çöl iklimi getirilebiliyor. Her ikisi de özünde genetik rezerv.
Karaca Arboretumu’nda 15 bin ayrı bitki vardı. Şimdi sayıları 12 bine inmiş. Neden derseniz Toprak dede Hayrettin Karaca anlatıyor: “Hayrettin gitmiş, dağ bayır dolaşıyor, 2500 metre yükseklikten bir bitkinin tohumunu alıp geliyor. Onu burada yaşatmaya gayret ediyor ama buranın iklimi ona müsait değil. Bitki diyor ki ‘A be cahil adam, ben üşümeden yaşayamam ki. Senede benim 6 ay üşümem, sıfırın altına inmem lazım. Getirdin beni buraya. Yaşamayacağım’ deyip çekip gidiyor.”
Burada yalnız Türkiye’nin bitkileri değil, dünyadan da genler var. Amaç, geni muhafaza etmek. Türkiye’ye 270 bin fidan gitti buradan.
Paylaş