Paylaş
Yazıya, Amerika’nın kuruluş ilkeleriyle başlıyordu.
Kurucu babalara göre Amerikan halkı özgür bırakılmalıydı ki yeteneklerini geliştirebilsinler. Ülkenin yönetiminde ise aklın gücü hep keyfilik güçlerine üstün gelmeliydi.
Bu ikisini sağlamak devletin göreviydi.
Kurucu babalar özgürlüğe hem amaç hem araç olarak değer vermişlerdi. Cesaretin özgürlüğün sırrı, özgürlüğün de mutluluğun sırrı olduğuna inanmışlardı.
İnandıkları bir şey daha vardı...
Düşünce ve ifade özgürlüğü siyasal gerçeğin keşfedilmesi ve yayılması için vazgeçilmez araçlardı. İfade özgürlüğü olmazsa bir şeyi tartışmak boş bir uğraşıydı. İfade özgürlüğü olduğunda tartışmak zararlı bir öğretinin yayılmasına yeterli korumayı sağlayacaktı. Özgürlüğe karşı en büyük tehdit pasifleştirilmiş bir halktı. Bir konunun kamuoyunda tartışılması siyasal bir görevdi.
Yazısında şöyle diyordu Brandeis:
“İnsanlar cadılardan korktu ve kadınları yaktı. İnsanlığı korkuların kölesi olmaktan kurtarmak ifadenin bir fonksiyonudur. Özgür ve korkusuz aklın gücüne güven duyan insanlar için, ifade özgürlüğünden kaynaklanan açık ve mevcut hiçbir tehlike yoktur.”
*
Bir de 100 yıl sonraki Türkiye’ye bakın...
İfade özgürlüğü -Anayasa’yla korunmuş olmasına rağmen- kamu otoritelerinin keyfi müdahalesinden kurtulamıyor.
Gün geçmiyor ki birileri -eleştiriye sokaktaki insandan katbekat tahammüllü olması gereken- devlet büyüklerine hakaretten gözaltına alınmasın, tutuklanmasın, düşüncelerini ifade ettiği için cezalandırılmasın.
Gün geçmiyor ki kimse sunulandan fazlasını bilmesin diye yayın yasakları gelmesin.
Demokrasiyle yönetilen hangi ülkede 4 yılda (2010-2015 Ocak) 155 yayın yasağı getirilir? Yüz elli beş!
*
Oysa, demokrasilerde ifade özgürlüğüne keyfi müdahale edilemeyeceği gibi, hiç kimse duygu ve düşüncesini ifade etti diye kamu otoritelerinin veya devletin baskıcı müdahalesiyle karşılaşamaz.
Bunun tartışması 100 yıl önce yapıldı, bitti!
Anayasamız “Basın hürdür. Sansür edilemez” der ve haber alma hürriyetini sağlayacak tedbirleri almak için bizzat devleti görevlendirir.
Sadece ülkenin güvenliğini tehdit eden durumlarda kısıtlanabileceğinden söz eder. Bu da ancak savaşta olabilir.
Ankara katliamında gerçeklerin açığa çıkması, yurttaşların doğru bilgiye ulaşması, fikirleri tartışması ülkenin güvenliğini niye tehdit etsin?
Zaten eğer 4 yılda 155 konu konuşulup tartışıldığında ülkeyi yok olma tehlikesi bekliyorsa, vay halimize...
Bu yasaklar Anayasa’yı, yasaları, hukuku ve insanların en temel özgürlüklerini hiçe sayan keyfi müdahaleler.
Bir insan için belki de en aşağılayıcı, onur kırıcı şeylerden biri konuşmasına, kendini ifade etmesine izin verilmemesi.
Haber alması engellenen halk neyi konuşacak, tartışacak?
Bunun bir adım ilerisi nedir? Şehir kafelerini, köy meydanlarını dolaşıp hoşlarına gitmeyen lakırdıların sahiplerine ceza mı kesecekler? Ters kelepçeyle karakola mı götürecekler?
Demokraside en üstte halk vardır. Ne cumhurbaşkanı ne başbakan ne de başka biri bir fikrin halka ulaşmasını engelleyebilir.
Bireyin neyi düşünüp konuşmasının onun için daha iyi olduğuna devlet karar veremez. Buna özgürlük demezler, esaret derler.
*
Esas tehlikeli olan kritik her konuya yayın yasağı getirmek, araştırılmasını, konuşulmasını, tartışılmasını engellemek.
Fikirler ortaya konmadan, tartışılmadan yanlış oldukları nasıl ortaya çıkacak?
Devlet ‘eleştiriye’ bile yasak getirerek, bir yandan da tehlikeli veya zararlı fikirleri korumaya almış olmuyor mu?
Ayrıca, hepimizin bildiği gibi, yasaklanan her düşünce, fikir, bilgi, bir yolunu bulup dışarı sızar.
Vaktiyle ‘tehlikeli’ diye yasaklanan fikirler de karartma altında bombaya dönüşüp nihayetinde patlar.
Paylaş