Beyrut’un 37 kilometre kuzeyinde, vaktiyle Fenikelilerin liman kenti olan antik Byblos’tayız.
Uzaktan baktığımızda, karanlıkta eski kalenin kalıntıları arasından gökyüzüne mor ışıklar yükseliyor, “dım tıs”ların volümü biz yaklaştıkça artıyor. Hâlâ yerleşim yeri olmaya devam eden antik Byblos, sadece bilim adamlarının keşfettiği en az 7 bin yıllık tarihiyle değil, aynı zamanda ömrü boyunca yeni kültürlere, halklara ve kutlamalara ev sahipliği yapmasıyla da öne çıkıyor. Bu da J&B’nin “Start a Party” konseptli partilerinden sonuncusunu burada gerçekleştirmesi için ideal bir zemin hazırlıyor. ‘Parti viskisi’ olarak anılmaya başlanan J&B, Patagonya’da bir hapishane, Transilvanya’da Drakula’nın şatosu, Çin’de Yasak Şehir, Kapadokya’da peri bacalarının ortası gibi dünyanın beklenmedik yerlerinde düzenlediği partilere antik Byblos’takiyle bir yenisini daha ekliyor. Kapıdan girerken kahin kostümleri içindeki görevliler bilekliklerimizi takıyor, içeride vaktiyle kentteki Roma hakimiyetini akıllara getiren Helenistik kostümlü kızlar platformlar üzerinde dans ediyor. Erkeklerin bakışları bu kızlara kilitlenmiş. Bir arkadaşım yaklaşıp kızı göstererek şöyle diyor: “Bak sana bir erkek sırrı... Böyle dans eden bir kadına hiçbir erkek karşı koyamaz. Bu kız kesin çekilmez biridir ama şu danstan sonra ‘Benimle dünyanın öbür ucuna gel’ dese giderim.” Bu nasihati aldıktan sonra sahneye dönüyorum. Eski kalenin içinde DJ’ler sırayla performanslarını sergilerken aralara çeşitli gösteriler serpiştiriliyor. 10-15 kişilik bir dans grubu çıkıp modernize edilmiş halk dansı kıyafetleri içinde tekno ritimlerine ayak uyduruyorlar. İki tarafa geleneksel Lübnan yemekleriyle süslü dev masalar kurulmuş, diğer köşelerde iki usta döner kesiyor, kadınlar sacda gözleme pişiriyor. Az sonra millet sahnenin önünde toplanıyor, bir dansöz kutusundan çıkardığı dev beyaz bir pitona sarılarak dans ediyor. Ertesi gün bir de Byblos’un denizini test etmek istediğimizden sabah 03.00’te servis edilecek kahvaltıyı beklemeden otelimize çekiliyoruz.
Yanımda oturan yabancı
Uçakta yanınızda oturan kişiyle sohbet etmenizi öneririm. Acayip lezzetli yaşamlarla karşılaşabiliyorsunuz. İstanbul’dan Beyrut’a uçarken yanımda oturan Akram N. Bikhazi sohbeti başlatmasa elimdeki kitabı bitirebilirdim. Ama bazen dinledikleriniz okuduklarınızdan daha doyurucu olabiliyor. 53 yaşındaki Bikhazi bugüne kadar 10 ülkede yaşamış. Hepsinin lisanını öğrenmiş. Şimdi İstanbul’da, Ülker’de üst düzey yönetici. Azimle Türkçe çalışıyor. Türkçe öğretmeni Sibel “En iyi öğrencimsin” diyormuş. Elimdeki gezi programını alıyor ve karşılıklarını söylerken “Doğru mu?” diye soruyor: “Kararlıyım, bu dili sökeceğim.” “İstanbul çok güzel bir şehir” diyor ama ayın iki haftasını seyahatte, geriye kalan iki haftayı da bekleyen işleri toparlamakla geçirdiği için şehri hiç gezemediğinden yakınıyor. Sadece restoranlar... İş yemekleri nedeniyle 200 tanesine gitmiş. Müzik tutkunu. Beyrut ziyaretini tek güne indirmiş. Aylar önce bilet aldığı İstanbul’daki Eric Clapton konserini yakalamak için... Kanada’da yaşarken müzik merakı nedeniyle bir kayıt stüdyosu açmış. Sonra kapamış; bir yerlere kök salmak istemeyenlerden. Mısır’dayken her cumartesi sabaha karşı yola koyulup Şarm El-Şeyh’e dalmaya gidiyormuş. O coğrafyaya tezat olarak denizin altında inanılmaz bir hayat olduğundan, balıkların renginden, geceleri parlayan mercanlardan bahsediyor. Yaşadığı yerler içinde en çok Güney Afrika’yı sevmiş. 15 metrelik balinayla yüzüşünü heyecanla anlatıyor. “Lübnanlılar hep kendilerinden söz etmek ister, seni hiç dinlemezler” diyor. Bir de kitap okumazlarmış: “İki gün bak bakalım, elinde kitap olan bir kişi görebilecek misin?” Uçak inişe geçerken esas hikayesine geliyor laf. 1975’te iç savaş başlarken cebinde 50 dolarla sınırdan çıkıp Kanada’ya kadar gitmiş. Nasılını soruyorum, “Bu hikaye bir saat sürer. Bir dahaki sefere” diyor. Çantasını alıyor, sohbeti kursağımda bırakıp uçaktan iniyor.