Sümerlerin en eski dönemlerinden beri kadınlar peçe takıyordu. Orta Asur döneminde bu gelenek, peçeyi üst sınıfların ‘ayrıcalığı’ haline getiren katı bir yasaya dönüştü. Fahişelerin ve kölelerin peçe takmasına izin verilmezdi.
Fahişe veya köle olmayan kadınların şehirde peçesiz dolaşması ise suç teşkil ederdi. Başını açan saygın bir eş elde edilebilir olduğunu, kocasının kendi üzerindeki kontrolünü yitirdiğini ima ediyor sayılır ve şiddetli cezalara maruz kalırdı.
Namus timsali peçeyle yakalanan fahişelerin başından aşağı sıcak zift dökülür ve 50 kez kırbaç vurularak dövülürlerdi.
(Seks ve Ceza)
*
Neticede buralarda, vatandaşlar bir araya gelerek haklarını ve taleplerini savunabiliyor, önerilerde bulunabiliyor.
İstanbul Bilgi Üniversitesi, çoğulcu demokrasinin gelişmesine katkıda bulunmak için 2003’te Sivil Toplum Kuruluşları Eğitim Araştırma Birimi’ni kurdu.
Depremden sonra Türkiye’de yurttaşlar çevrelerinde gördükleri önemli sorunlara yönelik hızla bir araya gelebiliyor ve önemli organizasyonlar yapabiliyorlardı.
Ama bu işin daha örgütlü yapılması, sürdürülebilir olması, fon bulunması, gönüllülerin uzun vadede de motive edilebilmesi gibi geniş yelpazeye yayılan bilgi ve deneyim eksiklikleri vardı.
İsteğin ve girişkenliğin tabanını desteklemek gerekiyordu.
Bilgi Üniversitesi tasarladığı sertifika programıyla STK’lar ve akademisyenleri buluşturdu, bilgi eksikliklerine birlikte çareler aradılar.
“Hangi eğitimleri yapalım?” düşüncesiyle STK’lara küçük anketler yaparak ilerlediler.
Aslında 'tepki göstermek' yerine 'teessüf ediyorlar' desek daha yerinde olur.
1999'dan beri dövmecilik yapan, dövme üzerine kitap bile yazmış, Bostancı'da Dövmeliyim adlı mağazanın sahibi Tamer Güleryüz, mesleki faaliyet belgesi olan hiçbir yerin 18 yaşından küçüklere dövme yapmadığının altını çiziyor, istisnai durumları ise şöyle tarif ediyor:
"Okullarda küpe ve pirsing zaten yasaktı. 18 yaşından küçüklere ise kınayla vs geçici dövme yapıyorduk. Çok nadir de olsa bazen 18 yaşından küçük lise talebeleri aileleriyle gelip ısrarcı olurlarsa istisna yapıyorduk. Ama onda da öncelikle çocukları caydırmaya çalışıyorduk. Diyelim çocuk Fenerbahçe dövmesi yaptırmak istiyor. Onu ileride futbolun tutkusu olmaktan çıkabileceğine, başka hobiler edinebileceğine ikna etmeye ve vazgeçirmeye çalışıyorduk. Neticede dövme, ruhun tene yansımasıdır. Ama ikna çabamıza rağmen, ailesiyle beraber çok ısrarcı olursa ileride kolay silinebilecek türde bir şey yapmaya çalışıyorduk. Çünkü kafasına dövme yaptırmayı koymuş bir çocuğu dükkandan ikna etmeden yollarsanız tehlikesi var. Bu dövme aletleri satılan şeyler. Gidip bir arkadaşına yaptırabilir ve hastalanabilir."
Güleryüz, bu son yönetmeliğin ebeveynlerin tedirgin ettiğini, "Okulda çocuğumu soyup dövmesi var mı, yok mu diye bakarlar mı?" düşüncesiyle endişelendirdiğini söylüyor.
Esas sıkıntının ise dövme yasağının ileriki adımları olursa yaşanacağını söylüyor:
"Okullardan sonra iş yerlerinde de dövme yasaklanacak mı acaba? Mesela THY'nin dövmeli çalışan almama gibi bir kararı olacak mı bir noktada?"
İşi namusu olan insanlardan Güleryüz. Türkiye'de bu alanda verilmiş tüm sertifikalara sahip, Ustalık Belgesi'ni almış ilk dövmeci. 50 yaşında ve hala Hijyen Eğitimi'ne gidiyor.
Haliyle dövmenin kötü bir alışkanlık gibi aksettirilmesinden de rahatsızlık duyuyor.
Bu ülkede milyonlarca çocuk, çocuk olmanın ne demek olduğunu bilmiyor, çocukluklarını yaşayamıyor.
Binlercesi ergenliğe adım atmadan veya atar atmaz evlendiriliyor.
Milyonlarcası -rakam vermek gerekirse Türkiye nüfusunun 10’da biri- evde veya dışarıda çalıştırılıyor. Beslenemiyor, sağlık hizmetlerine erişemiyor, okuyamıyorlar.
Okula devam edenlerin hali de içler acısı.
*
Bizim 1990’da imzaladığımız bu sözleşme cinsiyet, din, sosyal köken ve ülke ayrımı olmadan bütün çocuk haklarını tanımlıyor. 18 yaşın altındakileri çocuk olarak nitelendiren bu sözleşmeye yön veren temel değer ‘ayrım gözetmeme’.
Buna imza atarak devletimiz, çocukları ayrımcılığa kurban etmeyeceğine, istismar ve ihmalden, ekonomik sömürüden koruyacağına, sağlık hizmetlerine erişimi sağlayacağına söz vermiş.
Ne var ki bu söz tutulmuyor.
Çocuk işçiler, çocuk gelinler, eğitim ve sağlık hakkından yoksunluk, şiddet ve istismar gırla.
Türkiye’de 23 milyon çocuk yaşıyor. Yani nüfusumuzun yüzde 30’u çocuk.
Bu sözleşmeyi çocuk haklarının ihlali çok daha yüksek olan ülkemizde Batı’ya göre çok daha fazla ciddiye almamız gerekirken, gelin bizdeki tabloya bakalım...
Tablolara konu olan bu kırmızı-beyaz fener 1869’da yapılmış. Kimileri isminin vaktiyle burada bulunan verimli sazlıklardan, kimileri ise şehrin kuzeyinde okyanusa dökülen Ohlanga Nehri’nden geldiğine inanıyor.
Bulunduğum yer ve etrafı 1800’lerin başında efsanevi Kral Shaka’nın yönetimindeyken, 1850’de şeker baronu Sir Marshall Campbell’e ait devasa araziye eklenerek İngilizlerin kontrolüne geçmiş. 1860’ta şeker tarlalarında çalışsınlar diye Hindistan’dan işçiler getirilmiş; çokkültürlü renkli yapı böylelikle oluşmuş.
****
Tevekkeli değil, Oyster Box’a adımımı attığım an Hindistan’da gibiyim. Otel çalışanlarından tutun da mimariye, bu etki bariz.
1863’te bu binanın yerinde uMhlanga Kayalıkları’nın ilk sahil kulübesi varmış. Işığı yansıtan çatısı gemilerin kayalıkları güvenle geçebilmeleri için uyarı işlevi görürmüş. Yolculara çay ve kek ikram edilen kulübe 1952’de iki kardeşe satılmış. Önce çay bahçesi yapılmış, sonra restoran, en son da 1954’te otele dönüşmüş.
Kendisi koskoca bir spor kulübünün başkanı.
Konumu itibarıyla topluma örnek olması beklenen, ağzından çıkan her şey haber olan bir kişinin konu veya muhatap her kim olursa olsun çıkıp da “Bunlar kız gibiler” diye atarlanması kabul edilir şey değil.
Atarlanmakta haklı mı, haksız mı bilemem. Gerçi konumuz da o değil.
Lakin, velev ki haklı... O vakit diyebiliriz ki kaş yaparken göz çıkarmış.
Demek ki neymiş?
Eğitim yetmiyor. Bu toplumun erkeklerinin büyük çoğunluğunu tez elden bir toplumsal cinsiyet kursuna göndermek gerekiyor.
*
Biz kadınlar artık bıktık.
Türkel’i yaşamını sürdürmeye çalışan Burdur Gölü’nün hazin sonunu kabullenmemeye iten Göle Yas adlı proje.
Gölün kurumasını önlemeye ve coğrafyadaki kltürel mirasa sahip çıkmaya vurgu yapan bu çok sesli, katmanlı ve sanata duyarlı projenin tek bir amacı var; o da Burdur Gölü’nün kurtarılması konusunda farkındalık yaratmak. Bölge insanını sürece dahil ederek yerelden evrensele doğru bir açılım hayali ile göle dair anıların kaydedilmesiyle kültürel mirasın yok olmasını engellemek de cabası.
Ramsar Sözleşmesi ile koruma altına alınmış ve 200’den fazla kuş türüne ev sahipliği yapan Burdur Gölü 20 yıl içinde tümüyle kuruma riski altında. 1987’den beri toplam hacminin yarısını kaybetti ve hızla çekilmeyi sürdürüyor.
Bu hale gelmesine şaşırmamak gerek. Zira onu besleyen akarsuların önü tarımsal sulama ile kesildi, vahşi sulama ile aşırı su tüketildi, havzasındaki tarımsal amaçlı dip suyu yanlış kullanıldı. Bir de bunlara iklim değişikliğini eklersek, bu son hiç de beklenmedik değil.
Göl artık yalnızca yüzeyine düşen yağmur sularıyla besleniyor.
Göle belgeselli vefa