Paylaş
Aslında bunu sadece aşk ile sınırlamamak gerekir. İnsan diğerlerinden bağımsız bir birey olduğunu, tek başına olduğunu, tek başına doğduğunu ve tek başına öleceğini kabullendiğinde hayat başlıyor...
“Birey olamamak, yalnızlığı kabullenememek” deyince, kültürel kodlarımıza bakmamız gerekiyor.
Bizimki gibi anne ve babanın, çocuklarının saçlarındaki teller ağarıncaya kadar bakma vaadinde olduğu, bunu “iyi anne ve babalık” olarak gördüğü kültürlerde, insanın birey olma yaşı hayli geç.
İyi anne ve babalık, çocuğu tek başına var olabileceğine inandırarak, anne ve babasız kalacağı güne hazırlamak esasında.
Sürekli ebeveynlerinin desteğini sırtında hisseden çocukların tek başına kaldıkları an yaşadıkları düşüş sert oluyor. Tek başına kalmayı hayli zorlu tecrübelerle ileriki yaşlarda öğrenen “yetişkin çocuk”ların gerçek hayat macerası doğal olarak geç yaşlarda başlıyor.
Tek başına ayakta duramayacağını hisseden insanın tek derdi aşkla meşkle değil tabii...
Dert daha büyük aslında, hayat kadar büyük. Hayattaki tüm kavramlara karşı çarpık bir algı mekanizması geliştiriyor anne babaya bağımlı çocuk.
Mesela mutluluğun anlamı değişiyor, bir başkasına bağımlılığa dönüşüyor. Yetişkinlik dönemlerinde, anne ve babanın yerine koyabileceği bir eş, bir arkadaş, bir iş veya bir başka kavram arıyor kendine. “Eş”koliklerin, işkoliklerin bir kısmının motivasyonu, bu duygusal boşluğu doldurma ihtiyacından ileri geliyor.
Konu ilişki ve evlilikler olduğunda, insanın içinde yaşadığı kültür, onun “birey olma” konusundaki yaklaşımını şekillendiren en büyük faktörlerden birine dönüşüyor...
“Başına bere, içine de yün fanila”
Türkiye’de yalnız yaşayan bir kadının hayatı kolay değildir. Daha doğrusu; kazık kadar olana dek anne baba evinde yaşayan, ardından da evlenerek “başında bir erkeği olan” kadının hayatı toplumsal normlara göre daha “uygun” görülür. Erkek egemen kültürde erkek çocuk için vaziyet daha farklı elbette.
Kadın çocukluğundan itibaren anne baba evinde yaşar, gelişim yaşlarını (doğal olarak) burada geçirir... Genç bir yetişkine dönüştüğünde okulu bitmiştir, çalışmaya başlar fakat hâlâ anne baba kanatları altında yaşamaya devam etmektedir.
Arkadaşlarıyla yaşasa, uzaklarda okusa bile o “anne baba kanadı” veya desteğini hep arkasında hisseder. Düştüğü zaman sığınacağı bir yer vardır, o yüzden “hayatla mücadele” kavramıyla tanışma fırsatı elde edemez...
Erkek çocuk da olsa, kız çocuk da olsa, ortak pek çok özellik taşırlar bu “yetişkin çocuk”lar...
29 yaşında anne-baba evinde hâlâ “Anneaaae yemekte ne var” diye odadan bağıran “paşa” oğlanın veya “prenses” kadının “evlenme yaşı” gelir. Ve evlenirler... Hiç yalnız kalma, kendini bulma fırsatı yakalamadan bir başkasıyla hayat paylaşmak üzere yeni bir eve taşınırlar...
Bizimki gibi birey olmayı desteklemeyen, “Tek başına uçma evladım, zaten uçamazsın, uçsan da düşersin, başına bereni tak, içine de yün fanila giy”ci kültürlerde, “en rahat” birey olma deneyimi, yalnız yaşamak değildir, evlenmektir.
Dolayısıyla bizimki gibi kültürlerde, bilhassa kadın için özgürleşmek demek, -tuhaf ama- evlenmektir.
Buradaki büyük problem şu; kişi henüz tek başına ayakta durma fırsatı yakalamamıştır, birey olamamıştır ki hayat kurabilsin...
Birey olma fırsatı elde edememiş insanların yanlış sebeplerle, yanlış kişilerle evlilik yapması ise kaçınılmaz. Sonuç da kaçınılmaz: Boşanmak.
Boşanma oranlarını “zamanın ruhu”na bağlamak, seçenek çokluğu, “uyaran” çokluğu, tahammülsüzleşmek gibi faktörlere bağlamak da mümkün fakat birey olamamamış, hiç yalnızlığı tatmamış insanların ilişkilerde bocalamasını, tüm bunlardan önce değerlendirmek gerekir.
Paylaş