Geçen Perşembe W Otel, birinci yaşını ıstanbul Life’ın düzenlediği bir partiyle kutladı. Aynı gece Anjelique’in açılışı ve Jade Jagger’ın The Hall’daki partisi vardı.
Daha önce anlatmıştım hatırlarsınız, giyinip süslenip şu evdeki kırmızı kanepede uyuyup kalıyorum, bir türlü kapıdan çıkamıyorum diye... Bu sefer azmettim, kendimi mevzubahis partilerden ikisine sürüklemeyi başardım. Hazır ıstanbul Life ile gazı almışken şu “gece çıkma” meselelerine bir eğileyim dedim. Bakalım insanlar neler yapıyor, kazık gibi dikilip, birbirini izleyip buna “gece eğlencesi” demeye devam ediyorlar mı diye.
Perşembeden sonra, cumartesi gecesini de sokaklarda geçirdim.
Perşembe gecesi ilk durak W Otel’di. ıstanbul Life’la gönül bağım ayrı, ona gitmesem olmazdı. Gazetecilik virüsünü ilk kaptığım derginin partisini kaçıramazdım...
Eş-dost-tanıdık eksenli güzel bir geceydi. Ayrıca, klostrofobik gece kuşlarına W Otel’in terası bu yaz iyi gelecek, şimdiden söyleyeyim. Bir de üstüne Jade Jagger’la geceyi cilalayayım dedim ama efendim, böyle çok partili geceler bünyeyi hakikaten zorluyor, Anjelique’e gücüm kalmadı. Deniz Berdan bu partiler için üç kıyafet değiştirmiş, aklım çıktı haberleri okuyunca. Bu ne enerji, bu ne azim?
Bir de bu partilerde sabaha kadar eğlenenler ertesi gün işe gidiyorlar, bunun benim bilmediğim bir yöntemi mi var yahu?
Cuma günü işe Yaşayan Ölülerin Dönüşü gibi gittim, akşam da sanıyorum saat 7’ydi, uyumuşum.
Ve cumartesi. Bu defa da Ghetto’daki Göksel konseri, Otto Sofyalı ve NuPera rotasını izledik kızlarla.
Hatırlarsanız bir süre önce kışlık mekanlarda gençliğin “konserve torik” hallerinden bahsetmiştim. Baharın gelmesi pek yaramamış. Bu haller aynen devam.
Hele şu Otto Sofyalı; son zamanlarda en popüler dikilme mekanı burası. Böyle bir kalabalık olamaz. Tuvalete mesela, tıkış tıkış dikilen insanların toplu dalgalanma hareketiyle gidebiliyorsunuz, yürümek söz konusu değil. Durduğunuz yerde de ancak kendi etrafınızda dönebiliyorsunuz, o da ne işe yarar ben bilmem.
Efendim, neticede cumartesi gecesini bir orada-bir burada dikilerek sonlandırdık.
Pazar günü de öldü tabii haftada iki gün yarasa gibi yaşayınca.
Sonra oturdum, düşündüm. Gece dışarı çıkmak, nasıl bir insanlık durumuna, nasıl bir ihtiyaca karşılık geliyor diye. Niye çıkıyoruz yani, bir yerde dikilip içki içmenin cazibesi nedir?
Buyrunuz, kendinize uygun olanı işaretleyiniz: a) Sosyalleşme kisvesi altında, gece boyunca karşılaşılacak potansiyel sevgililerle tanışmak için (tabii erkekler eğlence, kadınlar hayatlarının aşkını arıyor). b) Kendimizi güzel bir hayatımız olduğuna inandırmak için. c) Alışveriş yapıp aldığımız kıyafetleri sergilemek için (ikonluk müessesesi). d) Evde oturup televizyon izleyen bir “yalnız” olmadığımızı kanıtlamak için. e) Derin depresyonları maskelemek için (kendini içkiye verip sapıtmak da olası). f) Hepsi.
Sperm Savaşları ezberimi bozdu!
Geçen hafta bol bol irdelediğim ilişkiler, kadınlar, erkekler, ne aldatmaktır, ne değildir konularını şimdilik rafa kaldırdım, yoksa kafayı yiyeceğim. Oturup düşünmekle bir halt olmuyor valla, bu insan doğası denen kavramı biraz eşelemek lazım.
Robin Baker’ın yazdığı “Sperm Savaşları”nı okuyorum şimdi. Sanılanın aksine erkeklerin değil, kadınların çok eşli olduğunu söylüyor. Kuram şu: Doğa, erkeğin kadına takıntılı bir hale gelmesine sebep olurken, kadının ise en iyi genetik katkıyı bulabilmek için potansiyel eşler aramasına neden olur...
Vay vay vay, bu gerçekse işler ilerde tersine mi dönecek acaba?
Düşünsenize, erkeklerden bugüne kadar duyduklarımızı bizim söylediğimizi... “Sevgilim, ben kadınım! Anlıyor musun? Cinsel dürtülerim var! En iyi spermi bulmam lazım! Canım, seviyorum seni ama işte kadınlık doğasının getirdiği ihtiyaçtan dolayı farklı adamlarla sevişmem lazım. Sevişmesem bile bir takım erotizm olaylarına girmem lazım ki spermi bulmak için ortamlar yaratabileyim. Ay, anlamalısın beni!”
Bitireyim okumayı, bu kadın-erkek hadiselerine derhal geri döneceğim.