Köprüleri Yakmak

Geçen ay Vogue’un İngiltere edisyonunun içinde “Köprüleri Yakmak” başlıklı, dört sayfaya yayılan bir İstanbul yazısı yayımlandı.

Haberin Devamı


Yazar Louise Callaghan, genel olarak İstanbul’a çöken karanlık atmosferi anlatıyor.
Geçen yıl 17 Haziran’da ramazan ayında bir plak dükkanına yapılan saldırıyla başlıyor yazısına.
Ardından İstanbul’da yaşayan ve değişimden etkilenen pek çok kişinin görüşleri yer alıyor...
Birlikte yaşama kültürünün zayıfladığını, terör riskinin, yükselen tutuculuk ve baskının
şehrin açık fikirli ruhuna gölge düşürdüğünü, İstanbul’un toleransı zayıflamış bir şehre dönüştüğünü ifade ediyor.
Paranoyanın arttığı; insanların, toplum içinde politika konuşurken seslerini alçaltma ihtiyacı duyduklarıyla başlıyor bir diğer paragraf.
Yazarın görüştüğü bir gazeteci, İstanbul’dan taşınanların yarattığı duyguyu “Geçen yaz uzun bir elveda partisi gibiydi” cümlesiyle anlatıyor.
Yaratıcı insanların, artık iş yapacak ortam bulunmaması sebebiyle şehirden ayrıldıkları, kalanların ise nasıl karamsar halde oldukları vurgulanıyor.
Geçen yılbaşı Reina’da yaşanan saldırıdan, terör saldırılarından bahsediyor, şehrin üzerine çöken ve insanın ruhunu köşeye sıkıştıran o ağır hissi bir bir örneklerle anlatıyor.
Kimi ülkelerin nüfusundan bile kalabalık, içinde pek çok farklı kültürü ve “kültürsüzlüğü” barındıran İstanbul’un vaziyetini üç
beş kişinin şahsi deneyimi
ve kendi mahallesi/dünyasında yaşadıklarına veya ticari kazanç için yapılan bir kaypaklığa indirgeyemeyiz.
Herkesin şehirle deneyimi farklı.
Pek çok insanın “ümidi keserek” taşındığı doğru ancak...
Makalede, İstanbul’da yaşayanların o karamsar ruh haliyle başlarına gelen ne varsa kabullendikleri, büyük bir ümitsizlikle sürüklendikleri algısı var.
Fakat biz hayatımızı öyle yaşamıyoruz.
Şortlu kadınlara şiddet uygulayanlar çıktığında “Ne yapalım, artık böyle bir ülke burası” demiyoruz, susmuyoruz.
Yobazın biri, bir kadını tekmelediğinde, sonrasında hayatımızı o yobazların paşa keyfine göre düzenlemiyoruz.
“Görünür olan” çok karamsar bir tablo, doğru...
En çok ses de kötülükten çıkıyor, o da doğru...
Ne var ki, bir şehri
doğru değerlendirmek için sadece kötünün, içi boş olanın çıkardığı yüksek sesi değil, “doğru”nun, dürüstlüğün, güzelliğin sessizliğini de duymak lazım.
Süren yaşamı görmezlikten gelmemek
ve en önemlisi de şehri orada yıllarını geçirmiş insanlar kadar anlamak lazım...
Yazar ne yazık ki İstanbul’un sadece karanlık seslerini dinlemiş gibi görünüyor.

Haberin Devamı

Biz o “fabrika ayarları”na güveniyoruz

Haberin Devamı

Bakın, Ayşegül Terzi’yi tekmeleyen yobaza verilen cezaya...
Yobazlığa karşı ısrarlı duruş, elbette bizi ileriye götürüyor, götürecek.
Belki şu sıralar üç geri bir ileri gidiyoruz ancak ısrarla, tüm tacizlere rağmen nitelikli bir toplum
hayalini kuranlar
bitmedikçe herhangi bir konuda ümidimizi kesecek de değiliz.
Kolay mı özgürlüğün, açık fikirliliğin, doğruluğun üzerine örtmek?
Belki kısa vadede evet...
Ama uzun vadede?
Bu kavramların hepsi insanlardan, dönemlerden, politika trendlerinden, ülkelerden daha büyük.
“İnançlı olmasa da inançlı görünme ve
buradan kazanç sağlama trendi”ne kapılan insanlar olduğunu da biliyoruz ancak...
Bu durum İstanbul’da, Türkiye’de yaşayan herkesi tanımlamıyor.
Yazarın görüştüğü şehir sakinlerinden biri “İstanbul, ne kadar değişirse değişsin, bitmez.
İstanbul, hepimizden büyük” diyor.
Kendisine katılıyorum.
Geçen gün Gülse Birsel ne güzel yazmıştı, “Çürük elmaların aşırı görünürlüğü ve yaygaracılığını koy
bir yana, bu milletin fabrika ayarları sapasağlamdır!” diye.
Biz de buna güveniyoruz...

Yazarın Tüm Yazıları